Tekrar merhaba! Uzun sayılabilecek bir aradan sonra tekrar beraberiz. Merakta bırakmamışımdır umarım sizleri :)
Evet efendim Finlandiya'da sıkı bir haftayı geride bıraktıktan sonra beklenen gün geldi 6 Mart sabahı Hollanda'nın yolunu tuttum. Sabahın köründe çıktım odadan vardım havaalanına. Ryanair adlı ucuz biletleri ile ünlü uçuş şirketiyle ilk randevum olacaktı bu yolculuk ayrıca. Fındık kadar Tampere havaalanında bu babaların ayrı bir terminali varmış. Nerde acaba falan filan diye sorarken Mijad adında şeker bir Alman kardeşle tanıştık. Uçağım Bremen'e gidiyordu, o da aile, kız arkadaş görmeye memleketine dönüyordu. Sohbet muhabbet derken uçağa bindik ve ucuz biletlerin kaynağını yavaş yavaş öğrendim. Arkaya yatmayan koltuklar, artık son derece yaygın olan ücret karşılığı yiyecek içecek ve en komiği inişe doğru yolcuların elinden tek tek toplanan dergiler... Çok iyi bir yolculuk geçirmedim açıkçası uykusuzdum çünkü. Ayrıca uçağa binmeden önce güvenliğin dayatmasıyla çöpe atmak zorunda kaldığım, Finlandiya'ya geldğimden beri kullandığım plastik su şişeme ve diğer güvenliğin "sıvı var bunda" diyerek zönk diye çöpe attığı deodorantıma kafayı takmıştım yol boyu. Daha kibarca atabilirlerdi en azından ya. Aman neyse Bremen'e indik Mijad'ın valizini bekledik. Hemen gözüme meşhur Bremen Mızıkacıları'nın biblosu çarptı gittim çektim fotolarını. Gröningen'e giden otobüsümü tehlikeye atmamak için Bremen'i gezemeyecektim, havaalanında takılacaktım. Mijad ile vedalaştık ve ben havaalanını keşfetmeye başladım. Farklı birşey bulamadım ama "en azından Almanya'dayım yahu kısmet bugüneymiş" diye düşüne düşüne kendimi gaza getirmeye çalıştım. İki saat havaalanında yapayalnız takıldım birşeyler atıştırdım. Şehir merkezine gidebilirdim aslında ama ne bileyim otobüsü kaçırırım diye korktum bir yukarı bir aşağı dolandım. Derken otobüs durağına geldim. Otobüs Bremen'den Hollanda'nın öğrenci memleketi Gröningen'e gidiyordu ve bayan bir şöför indi valizleri olanalara yardım etti, bindik hemen hareket ettik. Otobüsteki herkes gençti ve sanki kadın bizi okuldan almış gibiydi öyle bir hisse büründüm yani. "Lise sonum lan ben" dedim ve geçtim otobüsün en arka koltuğunun bir önüne :) Çok geçmeden Kavak Yelleri tadında iki genç İspanyol çift benim arkama geçti ve başladılar muabbete. Bu böyle olmaz dedim taktım kulaklığımı uyumaya çalıştım, olmadı başaramadım. "Bari etrafı izleyeyim" dedim Almanya'yı az da olsa bu şekilde göreyim yani. Hava yine kapalıydı şansıma ve yağmurluydu. Ama sıcaklık sıfırın üstündeydi ve bu bana yeterdi. Ardından cebim titredi ve "Hollanda'ya hoşgeldiniz" mesajını aldım. Bir günde üç farklı ülkenin topraklarına ayak basmanın mutluluğuyla bu mesajı da saklamaya karar verdim. Bu hoşgeldin mesajlarının koleksiyonunu yapmak istiyorum telefonum hafızası müsade ederse. Çok gaz ya. Şu ana kadar Letonya, Finlandiya, Estonya, Almanya ve Hollanda'yı topladım. Heves işte :)
Efendim Gröningen'e girdik ve artık inmek istiyordum. Hakikaten sıkılmıştım çünkü yolculuktan. Kırmızı ışıklarda çok bekledik daha çok gerildim. Sonunda durağa geldik ve attım kendimi dışarı. Beni davet eden çok değerli insan Fulya tarafından karşılandım. Türkiye'de hep sarfettiğimiz "Avrupa'da görüşürüz" sözlerinin boş laf olmadığını anlamanın mutluluğuyla yurda gittik. Ben de yurtta kalacaktım o yüzden yurdumuz da diyebiliriz. Yolda daha sonra Hollanda gezimizin baş kahramanı olacak Buğra ile tanıştık. Üçümüz çiseleyen yağmur altında, ben de etrafa "vay vay güzelmiş buralar biz de hala kar var valla biliyor musunuz?" diye söylene söylene yurda geldik. Birşeyler atıştırdık beraber ardından gezinin diğer kahramanı Ece ile tanıştık. Ece ile Buğra Ege'de okudukları için başladık İzmir muhabbetine. Buğra bir de Malatyalı çıkınca 1990-96 yıllarına döndüm ve Malatya hakkında aklımda kalan her şeyden muhabbet açtım. Konuştukça da hafızama hayret etmedim değil doğrusu.
Sonra dördümüz oturduk ve haftasonundaki gezi planı hakkında konuştuk. Ben sonuçta yeniydim ve her şey bana uyardı ama barınma şakaya gelmezdi. Araba kiralamanın Hollanda'da en ekonomik yöntem olduğunu düşündük ve Buğra "olmadı arabada uyuruz" gibi gaz bir teklifte bulundu. Dedim ya ben yeniydim diye. "Yeaaani tabii olabilir belki" gibi aslında gerçek anlamı "yapmasak ne de güzel olur değil mi?" olan bir tepki verdim. Kimse kesin bir tepki vermiyordu ve bu da haftasonunun gerçekten maceralı geçeceği anlamına geliyordu çünkü ortada belirgin hiçbir plan yoktu. Geziye beşinci bir eleman daha katmanın ekonomik yönden daha avantajlı olacağını hatta bir de yabancı olursa Erasmus'u daha bir yakından hissederiz diye düşündük. Fulya'ların çok sevdiği gerçekten de şeker ve çok kibar Çek kardeş Yana ile irtibta geçildi. Kızcağız başka bir geziye zaten kaydolmak üzereymiş. Üzülürek bize katılamayacağını söyledi, sağlık olsun dedik. Neyse bulunur, hallolur, yapılır düşüncesiyle akşam dışarı çıktık. Yine Ege'de okuyan Ömer adlı başka bir arkadaşın doğum günüymüş ona gittik. Mekanda son derece geniş bir uluslararası çevre vardı. Anlaşılan herkes benim gibi sırf Türklerden kurulu bir çevre kurmamıştı. Yani yabancı arkadaşlarım var elbet ama Türkler kafa dengiyse ben ne yapayım yani dimi? Efendim orada da insanlarla tanıştım ettim. Hatta Finli iki genç vardı resmen adamlarla memleket muabbeti yaptım. Altı haftada nasıl sahiplendiysem memleketi artık öyle bir gaz yani.
Doğum gününden çıktık ve beni Gröningen gece hayatıyla tanıştırmak adına ortamlara akalım dedik. Bu memleketin en orjinal tarafı belki de insan sayısından çok bisiklet olmasıydı (anladınız siz :) ). Zaten her caddede ayrı bir bisiklet yolu vardı ve müthişti. Merkeze bisikletle gitmenin mantıklı olacağını söylediler ve ben de atladım Buğra'nın arkasına yapıştım adamın beline koala gibi gittik merkeze. 15 dakika sürdü yolculuk gayet de zevkliydi ehehe. Ancak mekanlara girdiğimizde gördük ki benim ayağım buraya hiç de uğurlu gelmemişti. En kalabalık mekan bile sinek avlıyordu. İnsanlar hayret ediyordu bense "şaşırmayın bu benim en önemli özelliğim" diyordum. Gece yurda döndük birkaç sembolik hostel araştırması yaptık nerede kalacağımız konusunda. Bazıları pahallıydı bazılarında ise yer yoktu. Bulunur, hallolur, yapılır dedik ve uyumaya karar verdik.
Cumartesi sabahı Fulya ile Buğra arabayı almaya gittiler. Döndüklerinde Buğra "çok şanslısın, çok geniş, çok kaliteli ve çok ekonomik bir araba verdiler" dedi. Araba genişse bu içinde yatabiliriz demekti. Ben bu ihtimali kurcalamak istemiyordum açıkçası. Sonra Ece geldi ve beşinci kişiyi bulduğunu söyledi. Yine önceki gece yurt dönüşünde tanıştğım Birkan da beşinci kahraman olarak bize katıldı. Çıkıyor muyuz dedik, çıkıyoruz dedik ve VW TOURAN marka geniş otomobilimize atlayıp Amsterdam'ın yolunu tuttuk. Hava acaip güneşliydi ve çok mutluydum. Herkes "Can bak senin şansına hava ne güzel, güneşi getirdin bize" dedi ama ben "nolur kesin karar vermeyin, ben kara bir kediyim sonra arabadan atmak zorunda kalmayın" dedim. Gülüştük tabii.
Amsterdam'a girdiğimizde güneş gitmiş hava bulutlarla kapanmıştı. Gülüşmeler de kesilmişti sanki. Neyse efendim sonunda meşhur mu meşhur Amsterdam'a girmiştik. Arabamızla turluyorduk da turluyorduk napalım ne edelim diye. Ama önce arabamızı park etmemiz gerekiyordu ve bu o kadar da kolay olmayacaktı.
Dostlarım ayrıntılarla çok bağmadım umarım sizi. Ama reyting kaygılarından ve uykumun gelmesinden ötürü bu Hollanda gezisini bölümler halinde dizi olarak sunmaya karar verdim. Bir sonraki bölümde Amsterdam'dan falan bahsederim çok büyük ihtimal belki de bashetmem ne bileyim kararsız kaldım şimdi.
İkinci bölümde görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın!
abicim biliyorum şimdi anne baba da okuyo buraları da(selamlar); şöyle temiz düzgün 3-5 foto koysan olmaz mı be. bina koy, yel değirmeni koy, cafe falan varsa düzgün... he mi. arayı da uzatma.
YanıtlaSilkuzennn!!! sonunda yahu :)))
YanıtlaSilikinci, üçüncü, bilmemkaçıncı bölümleri de yaz, fotoları da yükle ilk fırsatta ;)özlettin