25 Şubat 2009 Çarşamba

Tallinn - Estonya Bölüm 2

Efendim geldik maceranın ikinci bölümüne. Yine araya birşeyler sıkıştıracağım, okul vakti geliyor çünkü. Mağaraya benzeyen güzel kafeden çıktık biraz modern Tallinn'de turladık -Old Town'dan çıkıp otobüslerin tramvayların olduğu şehir merkezine girince rahat 500 yıl farkediyor emin olun- ve yorulduğumuzu farkedip hostelimize döndük.

Odamıza geldiğimizde yeni oda arkadaşımız Fransız Cristoph ile tanıştık. 32 yaşında cana yakın bir adamdı. Neden geldin naparsın ne edersin gibi sorulardan sonra akşam yemeğinde buluşmak üzere sözleştik. Mülazımla biraz geyik ve fotoğraf çekiminden sonra -adamın faceboktaki profil resmi benim eserim ama takdir edilemedim- ayrı takılalım dedik. Aldı çantasını gitti. Ben önce uyumayı denedim. Sonra kalktım hostelin duvarındaki baykuş figürüyle fotoğraf çekildim. Daha fazla saçmalamadan dışarı çıkmamın daha iyi olacağını düşündüm ben de ayrıldım odadan. Bir kitapçıda internet kafe gördüm ve okuyucularım beni özlemiştir diye düşündüm 20 şubat tarihli blogumu yazdım. Ordan ayrılıp Mülazımla demir attığımız Nimeta Bar'a doğru giderken hava yavaş yavaş kararıyordu, kulağımdaki müzik, Tallinn caddeleri ve ben başbaşaydık. Muazzam bir histi ya sanki klip çekiyormuşum ya da bir filmin en can alıcı sahnesinde oynuyormuşum gibiydi ehehhe.

Mülazımla barda iki lafladık. O da müzeye kliseye falan girmiş "Allah aynı Allah be hacım" diye düşünerek bir mum yakmış o da. Neyse yemeğimizi yiyeceğimiz Olde Hanzen denilen mekana Cristoph ile buluşmaya gittik. Adam bekletti accık ama neyse girdik mekana. Aman dostlarım yaman dostlarım. Mekanda sıfır elektrik, sadece mum ışıkları ile aydınlanıyor. 14.yy dönemini en gerçekçi bir şekilde yansıtmışlar. "14.yy olduğunu nasıl çıkardın çok bilmiş" diye sorarsanız sordum yine o döneme ait kıyafetler giymiş garsonlara oradan biliyorum yani. Efendim güzel ama doyurucu olmayan bir yemek yedik ve garson ablamızın tavsiyesiyle ballı dark bira gibi birşey içtik. Bira bir şeye benzemiyordu da mekan hakikaten güzeldi ya. Valla yazarken yaşatamadım o duyguyu farkındayım da ben Alaçatı'daki kafelere gittiğimde bir garip olurdum ama burası Alaçatı'daki mekanların moralini bozar diyebilirim. Neyse efendim bir tuvalete gideyim dedim. Yahu bir saatte çıkamadım. Yok canım yemek dokunmadı ehehe. Tuvaletteki sistemi çözmem biraz vakit aldı. Yahu eski yapacaksınız da bi açıklama koyun. Kazanı eğiyorsun su geliyor elini yıkıyorsun, tasın içinden sıvı sabunu sürüyorsun eline. Ama "vay anasını be" dedim yani. Aynada kendime bakana kadar kendimi Kral'ın şatosundaki şovalye gibi hissediyordum öyle bir havaya soktu yani Olde Hanzen. Arada güzel garson ablaları gören Cristoph Fransız aksanıyla "oo föökk! fök! veğğii biituğğfuğğğ!" laflarıyla arada kopartmadı değil yani. 13 yıldır birikte olduğun bir kadın var hala garsona bakıyorsun be adam ayptır ya...

Oradan çıkıp küçük bir bar gördük girelim dedik. Yahu böyle birşey olamaz. Barın etrafı dışında oturacak yer yok küçücük bir alan ama acaip samimi, teyzeler amcalar gençler bir arada geyiğin dibine vuruyorlar yani. Akerdeon çalan amcalar ayrı bir sıcaklık kattı mekana valla hoşuma gitti dalga geçmiyorum. Bünyeye dördüncü birayı da attıktan sonra kafam birazcık hoş oldu. Bağıra bağıra konuşuyorduk sebepsiz yere kahkahalarla gülüyorduk. Sonra 3 genç kız geldi. Öyle kız değil baştan söyleyeyim normal kız gayet mütavazi giyinmişler muhabbete gelmişler. İçlerinden biri bizim yabancı olduğumuzu anlmış olacak dedi ki "arkadaşım seninle ingilizce konuşmak istiyor pratik yapmak istiyor" dedi. "Ehuheeöğğğğ hadee yeaaaa!" diye bağırdım malum bünyem alkole hassastı. Kız tabii yok öle bişi dedi arkadaşına gömdü bi tane. "Yok yav nolacak" triplerine çoktan girmiştim ben kırk yılda bir ilgi çektik ya. Neyse burası hakikaten muazzam ben sevdim Estonya'yı dedim, şiş kebab raki harika dedim. Şaka bir yana dostlar bir muhabbet sardı ordaki kızlarla anlatamam. Sovyetler, Avrupa Birliği, Amerika, Estonya, Türkiye falan o kadar alkolle benim çene düştü konuştuk da konuştuk. Kendi ülkelerimiz hariç hepsine sövdük işte. Kızın biri 19 yaşında ordudaymış zaten tavırlar falan korkunç karizmaydı yani. Mülazım dedi ki "Valla senden delikanlı", "Senden de valla" dedim, "Olabilir bilemem" dedi. Neyse içkiden konu açıldı milli-mallikas denilen içkiyi şiddetle tavsiye ettiler ve gitmeleri gerektiğini söyleyip ayrıldılar. Estonya gezimizin en güzel anı emin olun o barda yaptığımız sohbetti kuşkusuz.

Dedik tavisyelerine uyalım "Barmen gel la buraya" diye bağırdım. "Sakin ol lan napıyorsun" dedi Mülazım. Neyse kibarca iki milli-mallikas bir de su istedik. Yahu insan bir tepki verir en kötü mimik yapar. Siparişi verdim öküz gibi gitti adam ya acayip sinirlenirim böyle şeylere. Neyse su diye getirdiği maden suyu gibi bişi çıktı zaten. Meşhur içkimiz ise shot bardaklarında geldi. "Hafif baharatlı ama deneyin muazzam" demişlerdi. Lök diye yaptık shotları. Aman yarabbim. Aman aman. Böyle bir acı boğazda böyle bir yanma yok. "C'mooooooooooooonn" diye haykırdığımı hatırlıyorum hayal meyal. İçki dağıtmıştı ama iyiydi ya. Neyse çıktık mekandan.

Nimeta Bar'a bilmem kaçıncı kez geldik tekrar. Bilmiyorum pek bi numara yoktu ama sevmiştik mekanı. Orada içtiğimle beraber bünyemde 5 koca bira ve en önemlisi milli-mallikas duruyordu. Sizin için birşey ifade etmeyebilir ama benim kafam çook iyiydi. Artık istediğim kızla evlenebilirdim öyle bir özgüven gelmişti. Şaka tabii efendi olduk oturduk. Yani kalkamıyordum ayağa çünkü. Neyse yan masadan gözlüklü işinde gücünde bir abla (normal abla heyecanlanmayalım) nerelisin dedi. Bu sefer pat diye soran ben değildim bana da sorulmuştu "Where are you from?" diye. Mutluydum ya. Neyse konuştuk abla Amerikalıymış. Nerde oturuyorsun dedim. Moskova dedi. Ajan olabilir diye korktum. "Abla valla ben bişi yapmadım ben Türk'üm alakam yok benim Rusya ile falan" dedim. Şaka bir yana noluyo be diye düşündüm bir an. Kız elçilikte çalışıyormuş. İçeriğini hatırlamasam da onunla da güzel bir sohbet ettik. Sonra dans pistinde döktümekte olan Mülazım'ı alıp mutlu yuvamıza döndük.

Sabah ayıldığmızda ne yapalım dedik. Eve dönmeye karar verdik. Atladık ilk gemiye ver elini Helsinki. Gemide Ville diye Fin bir abiyle sohbete giriştik. Ya ah bu kızlar nolucak biz erkeklerin hali gibi arabesk bir muhabbet açtım. "Her şey özgüven rahat ol koçum" dedi. Tamam dedim. Sonra öğrendik adam 23 yaşındaymış ve 2 yaşında kızı varmış. Eridik tabii. Aman ne de şekerdir aman ne de tatlıdır valla diye diye Helsinki'ye vardık. Nihayet evimde hissediyordum kendimi.
Kalan 30 küsür kronumu bozdurayım dedim. Eşşek kadar makbuz ve sadece madeni 2 € aldım. Giderken zengin olmuştuk ama döndüğümüzde züğürttük dostlarım ya.

Estonya maceralarından anımsadıklarım bunlar. Olur da aklıma gelirse alntılar yaparım yine. Acısıyla tatlısıyla unutulmayacak bir gezi oldu kuşkusuz.

Neyse efendim okul vakti gelmiş sanırsam kaçmam gerekiyor. Kendinize çok iyi bakın görüşmek üzere.....

23 Şubat 2009 Pazartesi

Tallinn - Estonya Bölüm 1

Geldik Estonya'nın başkenti Tallinn maceralarına... Perşembe günü ödev konusunda yaşadığımız ufak çaplı kriz halledildikten sonra (geçmişim ödevden resmi olarak) Mülazım ile Tampere merekezde buluşup atladık trene tuttuk Helsinki'nin yolunu. Şiir falan dinletti Mülazım zaten ruh halim inişli çıkışlıydı iyice çökertti beni. Neyse efendim Helsinki'ye vardık. Kompartmandaki şeker ablanın bize hediye ettiği Helsinki haritasıyla limana gittik tramvayla. Daha önce iki kez Helsinki'ye gitmeme rağmen hala tramvay durağını bulamamış olmam beni baya üzdü tabii. Limandan Tallinn'e gidecek gemiye binecektik. Ben körfez vapuru gibi birşey bekliyordum transatlantik çıktı. Titanic bildiğin. "Voooo, vaşşşş" sesleriyle birlikte Viking Line yazıhanesinden bayan yanı iki yer aldık. Şaka yav yer falan yok gemi bu, kabin yoksa kafana göre takıl içinde. Gidelim Eurolarımızı Estonya kronuna çevirelim dedik. 100€ verdik 1400 kron aldık. Zengin olmuştuk. En azından öyle olduğumuzu zannediyorduk. Atladık gemiye. Allah Allaaah yok yok gemide. Bir yukarı bir aşağı indik sonunda yorulduk yemek yedik. Tallinn'e 2,5 saatte vardık.

Gemiden inerken kalıcak bir yerimizin olmadığını farkettik ve bizim gibi turist görünümlü bir gruba "Nerede kalacaksınız?" dedik. İçlerinden iki bıdık kız bir hostel ayarladıklarını bizi oraya götürebileceklerini söylediler. "Tamam" dedik gittik peşlerinden. Büyük grupta 4 Polonyalı 2 de Avusturyalı vardı. İki bıdık kız da Polonyalıydı. Türk olduğumuzu söyleyince "Maraba nasıssııınnn?" dedi biri. "Aman efendim iyiyim siz nasıssıısnız?" dedim dumur halde. "İyiyim" dedi. Bayağı gezmişler Türkiye'yi. Sohbet muhabbet "Krakov'a gidin, değil Polonya'nın Dünya'nın en güzel şehridir" dediler, "söz" dedik. Neyse Perşembe gecesi Tallinn sokaklarında yürürken meşhur Old Town'a girdik. Old Town böyle küçük surlarla çevrili bütün tarihi binaların bi arada toplandığı, Tallinn'in tüm turistik değerlerinin oteli, restaurantı, kalesi, klisesi birlikte olduğu muazzam bir yer. Yani o gece havayı sezdim ama ertesi sabah buraya tapacağımı henüz bilmiyordum. Bıdıklar "Tamam bulduk hosteli" dediler bir binaya saptılar. Binanın girişinde "non-stop striptease" yazıyordu. "Noluyo yav?" diye geçirdik içimizde. Kızlar bıdık Polonyalı öğrencilerdi, meslekleri bu değildi. Peki niye götürüyorlardı bizi acaba? Binanın ilk iki katı hostelmiş öğrendik. Efendim hostele sorduk güç bela oda bulduk 6 kişilik. Bıdıklara da teşekkür anlamında 2 snickers verdim Mülazım'ın gemide aldığı 6'lı pakatten.

Odaya çıktık. Işığı açmadık. Kaç kişi var odada, oda boş mu uyuyan var mı yok mu belli değil. "Hey" diye bi sesle irkildik 40'ını aşmış bir adam selam verdi bize yattığı yerden. Biz de selam verdik ve "Ne yapıyorsun neredensin?" diye başladık kısa bir muhabbete. Kendisi Norveçli bir postacıymış, göz ameliyatı için gelmiş, Estonya ucuzmuş vs. Zaten Norveç'e kıyasla her yer ucuz be anacım duyduk namını Norveç'in. Neyse eşyaları atıp bir Tallinn geceleriyle tanışalım dedik. Mülazım çıkarken diğer yatakta yatan kızı bizim bıdık Polonyalılardan biri sanıp "Aa sen de mi buradaydın?" dedi. Odadan çıkınca iki kızı da karşısında görünce "La kime selam verdim ben" dedi. "İyidir iyidir" dedim ben de...

Dedim ya Old Town da herşey içiçe diye hemen dibimizde barları gördük hangisine girelim diye düşündük. Şimdi hemen şunu söyleyip aradan çıkaralım kızlar Finlandiya'dan daha da güzel ve sanki daha rahat konuşulabilirmiş gibi bir izlenim bıraktılar bizde. Biz yorgunduk tabii hem de turisttik biz gezmeye gelmiştik yani değil mi? Neyse önce ışıklı mışıklı bi yere mi girelim dedik kapının önüne son model cipli elemanlar geldi bizi de bi süzdüler. Mekana girmekten vazgeçtik bir anda. İstemedik yani o an ne bileyim? Nimeta Bar denilen iki günlük gezimizde daha sonra hep demir atacağımız yere gittik. Mekan hınca hınc dolu değildi yani ama güzeldi. Dans eden insanları seyrettik "Aman ne de güzel oynuyorlar, her figuru de biliyorlar" dedik. Sonra ciddi anlamda yorulduk odamıza döndük.

Ertesi sabah 10 gibi çıktık başladık Old Town'u arşınlamaya. Yahu inanılmaz bir yerdi. Orta Çağ'a gelmiştik zaman makinesiyle hayretler ettim. Ben öyle binalardan falan etkilenen bir insan değildim ama burada donup kalmıştım. Amatörce çektiğim fotolara bakarsınız zaten Facebook'ta. Kısacası Tallinn gerçekten güzel bir yerdi. Ne yenir ne içilir bilmediğimizden bir McDonalds bulduk oturduk kötü bir turist örneğiydik ama napalım ya. Kasadaki kızın gözleri çok güzeldi dostlar. "Evet" dedi. "Bir bigmac" dedim. "Large mı?" dedi. "Large" dedim. "İçecek?" dedi. "Large" dedim. "Onu biliyorum da kola mı ne içeceksin?" dedi. Kızardım bozardım tabii kola kola dedim. Çok utandım o an. Gözler boncuktu ondan şaşırdım sanırım. Efendim yemeğimizi yedik sonra kalkarken en fazla 3 yaşında olduğunu düşündüğümüz miniğin biri İngilizce "nereye gidiyorsun" diye sordu Mülazım'a. Çocuk çok net Estonyalıydı ve bizden iyi İngilizce konuşuyordu yani. "Kahve içeceğiz sen de gelir misin?" dedik. "Yok" dedi, vedalaştık "Vay anasını" diyerek ayrıldık.

Kahve içtiğimiz mekan ayrı bir harikaydı. Mağara gibiydi diyeceğim "Lan nesi harika mağaranın?" diyeceksiniz. Ama öyle bir mağara değil ya hakikaten orta çağı hissediyorduk. "Atımı nereye bıraktım ben ya?" diye düşündüm yani bir an. Yöresel kıyafetler içindeki bayan garsonlar karşısında yine aptal olduk. "Bak sana kahvenle beraber çikolata vermemişler, bana verdiler demek ki beni seviyor" dedim Mülazım'a. Pis bir gülücükle çikolatasını gösterdi. "Aman iyi" dedim ben de. Canım biraz sıkılıyordu sanırım bu muhabbetleri açtığıma göre. Takvimler 20 Şubat'ı gösteriyordu ve ne kadar yazarsa yazsın "Ben mi ödüyorum parasını?" dedim aradım Türkiye'yi cepten. Annemin doğum günüydü çünkü. Çok gezdiğim ve öğrenciliği unuttuğumu düşünen annemin yorgun gelen sesi doğum gününü kutlamamla bir anda "Aaa sağol kuzum benim" sözleriyle canlandı. Ben de rahatladım tabii.

Yine tüm ayrıntıları paylaştım umarım sıkmamışımdır dostlar. Estonya maceramın ilk bölümü böyleydi. Yönetmenim reklam işareti yapıyor arkadan çünkü. Okula gitmem gerekiyor şimdi. İkinci bölümü bugün yarın yazarım. Malum gündüzden bahsettik ama ya gece? O da ikinci bölümde dostlarım. Şimdilik görüşmek üzere diyelim. Kendinize iyi bakın...

20 Şubat 2009 Cuma

Opeth ve ardindan Finlandiya'dan gecici uzaklastirma

Merhaba dostlar. Size dun yazmayi planliyordum ancak hesapta olmayan birtakim sorunlardan oturu bugune kaldi anlatacakalrim. Bugunku konum :) Finlandiya'daki son haftam uzerine olacak. Son hafta derken geri donecegim elbet o guzel ulkeye ama dedim ya her sey rutinlesmye baslamisti diye... Ben de arkadasimin gazina geldim ve kactim! Nereye? Estonya'ya tabii ki baskent Tallinn'e...

Bu satirlari tarihin buram buram koktugu :) beni -her ne kadar ilgilenmesem de- orta dunyanin derinliklerine goturen muazzam bir yerden yaziyorum. Su an Tallinn'in gobeginde bir kitapcidaki bilgisayara oturmus "yav bir saatlik internete 60 kron (4.5€)verilir mi " sorusunu soruyorum. Verilir aslinda :) Yani basimda kahvem tam entel yazar modundayim "Kezban teyze bana gulumsuyor hasadinin verdigi mutlulukla" falan :p

Neyse yilisikligi bir yana birakalim. Burasi fena degil. Ancak bu yazida size su son haftami anlatmaliyim sanirim. Dondugumde Estonya'dan bahsederim. Efendim 16 Subat aksami tek basima, yapayalniz Tampere'nin karizma mekanlarindan Pakkahuone'ye meshur Isvecli metal grubu Opeth'i izlemeye gittim. Adam bulamadim tek gittim yani. Opeth'in topu topu 5 sarkisini bilirim ama metalin gobegine gelmisiz bu konseri de kacirmayayim dedim. Tabii Kibris'taki metal aleminin buyuk ustadi kardesim Erker'e de soz vermistim. Erker bak meshur ettim seni reklamini yaparak :) Hakikaten adamin bilmedigi grup bilmedigi sarki yoktur. Neyse efendim kapilar 6da aciliyormus bindim otobuse gittim mekana. Millet esli dostlu sirada bekliyor kiskandim biraz. Mekana beser beser aliyorlar ama kapidaki gorevli Fince bir sey diyor siranin yarisi cikiyor gidiyor baska bir yere. Arkadas bir oldu iki oldu tirstim. "Ne diyor yahu bu adam" dedim sordum onumdeki kardese. 18 sinirindan falan bahsediyormus. "Cok sukur 21 oldum ben ehuhehe" dedim adama yas kompleksimi belli ederek. Adam da guldu nezaketen sonra girdik mekana. Ben izdiham bekliyordum ama o kadar da kalabalik degildi yani. Entombed diye bir on grup cikti "uooaaaghghhhhhh" diye bagirarak. Noluyor dedim once sonra kaptirdim kendimi adini sanini duymadigim sarkilara. Iyiydi ama o Isvecli grup da...

Derken Opeth vakti geldi. Dedim insallah bildigim sarkilardan calarlar. Ancak 2 sarkisi tanidik geldi ama canli izlemek hakikaten baska ya (havami da atayim ilgilenenlere). Ikinci sarkiya basladilar gaz bir sekilde derken sarkinin ortasinda ses bir anda kesildi, sistemde bir hata oldu sanirsam. Herkes "haydaaa" demeye basladi, ben de sansimi seveyim ne kadar da sansliyim dedim kendime bunu da gordum diye ovdum kendimi :). Tabii solist Mikael Åkerfeldt "kim o sistemin basindaki sarhos herif " diye patlatti espriyi, sarkiya tekrar basladilar. Calmalarini cok istedigim Bleak adli parcayi duymasam da oldukca iyi bir konserdi. Eminim Turkiye'de o grubu canli izlemeyi benden daha cok hakeden insanlar var ama Nisan'da Turkiye'ye geliyorlarmis zaten bir anlami kalmadi bu aninin pöööh :)

Kusura bakmayin boyle muzik dergisi gibi yaptim blogu ama paylasmak istedim ya. Ben de elimi yanimdakinin omzuna atayim hoy hoy diye bahar senligi modunda ziplayayim isterdim ama agir olmak da hic fena degildi. Yalnizim cool um havalari :) Hani buradaki insanlar partilere es dost bulmaya gelenlerden farkli olduklari ve muzik dinlemeye geldikleri icin ben de sosyallesme cabasi gostermedim acikcasi, ciktim geldim odama.

Bu konser rutinlesmeye baslayan hayatima guzel bir heyecan getirdi acikcasi ama daha buyuk bir heyecani Tallinn'e gitmeme saatler kala yasadim dostlarim. Pazar gunu guc bela teslim ettigim bir proglama odevi ile ilgili bir sorun var mi yok mu ogrenmek icin asistanin yanina gittim. Pazar aksami tam bir komediydi. Programi bilgisayardaki sisteme teslim ediyorsunuz size notunuzu aninda soyluyor. O aksam sisteme alisana kadar canimiz cikti Yasar ile. Bir yandan hatalari duzeltiyor bir yandan Besiktas-Trabzon macinin skoruna bakiyorum. Ben hatalarimi duzeltemedikce Besiktasim da golu atamiyordu. Baya bir daralmistim. Sonunda 80 olan not barajini acip 81 ile odevi teslim ettik o sirada beraberlik golu de geldi :)
Bir rahatlama ki anlatamam...

Neyse dun aksam Tallinn'e gitmeden once asistani gordum. Bana mail kutumu kontrol etmem gerektigini notum 81 bile olsa asil notun kendisinin gonderdigi mailde yazdigini soyledi. Ayvayi agzimda hissettim o an. Kostum bilgisayara mail e bir baktim ki notum 77 ve odevden kalmisim. Artik agzimda bir ayva arkamda ise bir kazik vardi:) Tallinn'e beraber gidecegim Mulazim "valla bole bisi bekliodum ne diyim ya" dedi. Beynimden vurulmustum. Cumartesiye kadar bu odevi duzeltip tekrar teslim etmem gerekiyordu cunku odevden kalan dersten cuuppp diye kaliyordu bu seker okulda. Elim titriyordu ama kararliydim. Tirsiyordum ama belli etmiyordum en azindan oyle zannediyordum. Tallinn'e bu aksam gitmeliydim. Kostuk Yasar ile bilgisayar odasina asistanin verdigi duzeltmeleri yaptik 81 olan not 98 oldu aninda kapattim bilgisayari. Kulagimda "We are the champions" cinliyordu, kupa bizimdi. Mulazim'i aradim "mission accomplished" dedim kapattim suratina. Bu satirlari yazarken asistandan final notumla ilgili bir mail almadigimi da soylemek isterim. Yani su havalarin hepsinin bir tarafimda patlama ihtimalini dusunmek az da olsa bunaltici be.

Efendim bir saatlik internet surem doluyor. Geri sayim var bilgisayarda acaip gerildim ya :)
Size Estonya maceralarimi anlatacagim bir sonraki yazimi iple cekiyorum. Kendinize cok iyi bakin gorusmek uzere....

17 Şubat 2009 Salı

Allah'ım yoksa burası da mı rutin gelmeye başladı? HELSINKI

Dostlar yorumlar için çok çok teşekür ederim. İlyas olayı baya tuttu ama adam Saygın'ın dediği gibi bloga çeviri yaptırırsa kapımın kilidini kontrol etmek zorunda kalacağım sanırım çünkü kendisi karşı komşum. Ben bu gece hayatı olayına girersem çıkamam ama arada yine de bahsederim tabii tutamam kendimi.

Şimdi Helsinki'den bahsedeceğimi söylemişim. Daha bahsedecek neler var ama durun bakalım. Ondan önce başlığın kısa bir açıklamasını yapayım. Üç haftadır -hatta bir ay olacak- muazzam bir heyecan içerisindeydik malum yeni bir ülke yeni bir insan. Ancak inanın akşamaları gezip tozmak partilerde takılmak bile bir yerde sıkıcı gelmeye başladı. Hani insanlarla tanışmaya açtık ilk geldiğimizde şimdi ruh hali bir değişti. Üzülmeyin iyiyim ben. Dün Opeth konserine gittim açıldım O izlenimleri bir başka blog ta aktarayım bugün Helsinki'yi aradan çıkarayım.
Bazen bu kadar şey anlatıyorum döndüğümde konuşacağımız birşey kalmayacak mı diye endişelenmiyor değilim. "Anlattın abi onu kaçıncı baskı yavvv yeter beaaa" denirse geri dönerim Finlandiya'ya kalbimi kıran kızların ülkesine :) Gece hayatına bir eğilim var ama yok bahsetmicem bu sefer. Bugün değil ya...

Efendiim. Helsinki malum başkent. Üç haftada iki kez bulundum bu soğuk şehirde. Valla her türlü soğuk bu şehir. Tamperem Tamperem cennetim diyorum size. İğrençleşmeden devam edeyim. İlk gidişimiz 1 Şubattı sanırım hemen ikinci haftasonumuzda yani. Gaza geldik tabii, tren varmış, 160 basıyormuş, iki saatten önce varırmışız. Atladık trene. Tren muazzam yani. Muhakkak daha konforluları vardır Avrupa'da ama ben trenleri en son eski Türk filmlerindeki haliyle bıraktım bilemiyorum şimdiki durumu. Vardık Helsinki'ye bir heyecan tabii işte büyük kent falan. Ama bizde ne bir plan ne bir program. Yani anlık takılmalar yeni moda şimdi, ben de yeni yeni alışmaya çalışıyorum da yine de bir ne yapacağız ne edeceğiz sorusu sorabilirdik kendimize. Çünkü hava cidden soğuktu ve günlerden pazardı. Yani Finlandiya'daki ilk günüm de bir pazardı ve hala akıllanmamıştık. Neyse 6 € ya 24 saatlik süre içinde toplu taşımadan istediğiniz kadar faydalanabileceğiniz kent kart gibi birşey aldık (İzmir'e selam). Metroya binelim de şehrin öbür ucundan çıkalım dedik önce, sonra saçmalayalım bilmediğimiz yer dedik tramvay daha mantıklı olur dedik. Öyle de oldu. Vallahi bindiğimiz tramvayların sayısını hatırlamıyorum ama kaybolmayalım diye hep aynı yerde tren istasyonunun önünde iniyorduk. Meşhur Helsinki Katedral'ini görene kadar "bu ne biçim şehir ya hiçbişi yok" diyordum. Ama yok böyle bir bina.

Neyse akşamı ettik efendim. Planımız sabaha kadar takılıp ilk trenle Tampere'ye dönmekti. Gece 12 1'e kadar takıldık güzel güzel ama saat 5'e kadar nerde nasıl oyalanacaktık? Artık mekan bulmaya çalışıyorduk koskoca merkezde. Çoğu gece 2 gibi kapatıyordu pazardı çünkü. Yav dedik bir mekan güvenliğine nereye gidebiliriz nerde takılabiliriz. Biz dediğimiz kavram da ben dahil üç erkekten oluşmaktaydı. Bunu göz önüne alan ve bizim iyiliğimizi düşünen güvenlik "gay bar gibi birşey mi arıyorsunuz" dedi. Türkiye'de olsak heycanımızın, dar görüşlülüğümüzün kurban olup gaylerin de birer insan olduğunu unutarak "ne diyorsun sen eşşek ben öyle miyim al sana al sana" derdik, ama burda insanlar aşmıştı. "Yok" dedik kibarca "öyle bir yer aramıyoruz biz". Uzaklaştık oradan. Bir mekan bulduk orası bir arkadaşımızın eşofmanına kafayı takınca başka bir mekan bulduk saat 4e kadar açıktı ama bomboştu. Oturduk mekanın sahibinden sıcak bir hoşgeldin aldık. Adam masamıza oturdu ve baya "gençler öğrenci miyiz nasıl keyifler" geyiğine başladık.

Gayet sıcakkanlıydı, bize Finlerin meşhur "black cat" denen içkisinden ikram etti. Türkiye'den geldiğimizi söyledik. Bize Türkiye'de bulunduğunu hatta İstanbul'da başından geçen bir olayı anlattı. İstanbul'da bir barda adamın içkisine bir ilaç katmışlar ve ciddi bir tehlike geçirmiş. Adam bunu anlatırken ben de adamın barında adamın içkisini içiyordum. Korktum mu peki? Birazcık. Hayır yavrum anlatılacak yer var zaman var manyak mıısn böyle psikopat şeyler anlatıyorsun çocuğuz daha biz. Neyse sonra Helsinki'nin göbeğinde hiç de salaş sayılamayacak bir mekanda olduğumuzu hatırladım ve paranoyak olmanın gereksiz olacağını düşündüm nitekim öyle de oldu. Adamın muabbeti gayet iyiydi. 50'ye merdiven dayamış bir insan olarak tecrübelerinden yararlandık. Kendisi bir Bangkok lu bir kadınla evli bir Findi. Bize Fin kadınlarının başına buyruk olmalarından, evliliğin zorluklarından bahsetti. Ben de mekanda evlenilebilecek bir Bangkok lu var mı diye baktım ama bulamadım. Şaka bir yana, güzel bir sohbetten sonra adam yanımızdan ayrıldı malum işler var. Neyse bizim canımız sıkıldı çıktık.

Saat daha üçtü, trene iki saat vardı, hava soğuktu. Fast food gördük istasyonunun karşısında, oturduk. Küçük bir mekandı ve içerisi acayip derecede sarhoşlarla dolmaya başladı sıkıldık çıktık, kabak tadı verdi çünkü. Saat 4tü ve artık bir saat dayanıcaktık. İstasyonda yatarız diye düşündük kapalıydı. "Nalet olsun leaann" dedik ve trenlerin yanında volta atmaya başladık. Şişe kapağıyla futbol oynadık arada güvercinlerle bile konuştum. Çok üşüyordum ve oyalanmam lazımdı napayım yav. Tren vakti geldi bindik gözümüzü açtığımızda biricik yuvamız Tampere'deydik.

Yahu çok uzun olmuş. İkinci gidişimi de anlatmalıyım ama. Çok kısa sürecek söz. Şimdi ikinci gidiş daha programlıydı çünkü annemlerin tanıdıklarının yanına gittik Yaşar ile. İnanılmaz şeker insanlar, teyze ve amca değil de abla abi oldukları için çok daha rahat ettik. 12 yaşında şeker bir oğulları var bir de benden daha ağır olduğunu düşündüğüm bir tane kedileri vardı. Sevimli bir kediydi. Akşam dışarı çıktık Liberte Bar diye bir yerde The Ran adında ikisi Türk 5 elemandan oluşan Finlandiya bar grupları içerisinde oldukça da popüler olan gurubu izlemeye gittik. Gerçekten çok iyilerdi. Değişiklik oldu bizim için. Şeker bir kızla sohbet etme şansım oldu mesela ama kızın ingilizcesi böyle "huh, you know aaa, hmm" larla dolu, aksan amerikan aksanı gibiydi. Tıp okuyormuş 5. sınıfmış. Vay doktor hanım esprisini yapayım mı dedim yapmadım diye hatırlıyorum. Ama daha komiği oldu. Dedim ki "Senin aksan niye böyle hep hah huh you know diosun" dedim. "Kanadalı bir erkek arkadaşım var ondandır belki " dedi. "Çok selam söyle kardeşime ama üzerse seni ara beni kırarım kafasını" dedim. Her şey sevgili bulmak değil ki canım belki de bir dost kazandım o akşam.

Gece yer yatağında mışıl mışıl güzel uyuordum ki bir hırıltı duydum. "Yav kim horluyor" diye düşünürken elim kıllı bir şeye geldi. Gözümü bir açtım karanlığın ortasında bana bakan bir çift sarı göz gördüm. "Allah belanı vermesin kedi ya" diye bağırdım. Unutmuştum eşşek sıpasını. Yahu gecenin bir yarısında kapkara bir kedinin yerde yatarken kulağınızın dibinde hırladığını "cık cak cok" diye ses çıkardığını düşünün. Altıma ediyordum ya.


Sabah asabi davrandığım için kendisinden özür diledim okşadım kendisini. Vedalaşıp evden ayrıldık. Helsinki merkezinde birer kahve içip trenimize bindik ve yuvamıza döndük...
Helsinki maceraları böyle idi. Arada alıntılar yaparım ama şu an çkmam gerkiyor Fince dersim var geç kalacağım.

Kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere, nahdaaan moi moi.....

13 Şubat 2009 Cuma

Genel Bakışa Devam (Okul, Dersler, Gece Hayatı...)

Yazıya başlamadan önce blogumun reklamının basındaki etkilerine ufak bir göz atalım. Facebook'ta linki verir vermez yorumlar gelmeye başladı. Yorumların çoğu da ne yalan söyleyeyim beklemediğim kişilerden geldi ama çok mutlu oldum. Ancak bloga yapılan yorumlardan bir tanesi benim için özeldir. Çünkü o yorum benim esin kaynağım büyük üstad Saygın Arkan'dan gelmiştir. Tampere'ye gelmeden önce onun blogunu okuyup çok sağlam bir önbilgi edinmiştik. Buraya gelince ben de ona özendim blog yaptım. Üstadın beğenmesine ayrıca sevindim. Tabii diğer tüm yorumlara da ayrıca teşekkür ederim.

Evet bu kadar yağcılıklıktan sonra Finlandiya'ya kaldığımız yerden devam edelim. Her macera Sauna kadar olmaz onu baştan söyleyeyim. Bu sefer okuldan, derslerden, gece hayatından bahsedelim.(Gece hayatı nedir ya kızlar işte anlayın)

Şimdiii.. Okulumuzun adı Tampere University of Technology. Yanılmıyorsam Helsinki Teknoloji Üniversitesi'nden sonra Finlandiya'nın ikinci baba mühendislik eğitimi veren okulu. Değişim öğrencilerinin ve international degree student dediğimiz çeşitli ülkelerden gelen kadrolu (!) öğrencilerin sayısının çokluğu nedeniyle okul sanki bir Birleşmiş Milletler sempozyumuna ev sahipliği yapan mekan görünümünde. Çok güzel ya. İlk gün milletle tanışıcam diye "Where are you from?" demekten dilimde tüy bitti. Allah var kimse de "Sana ne lan, yürü git" demedi, efendi efendi cevap verdiler elim havada kalmadı çok şükür. Ama bir kişi de kendiliğinden yanıma gelip "Kardeş ismin ne, neredensin?" demedi bak o içimde kaldı yani...

Okulun en sevdiğim özelliği 3 tane restaurant 2 tane kafeteryasının olması. Kıbrıs'taki kampusumuzde bir yemekhane bir pastane olduğu düşünüldüğünde muazzam bir yenilik bu benim için. Kıbrıs'ta okumayan arkadaşların ise "Ee ne var ya bunda" dediklerini şimdiden duyar gibiyim. Gerçi ben yine tek restauranta gidiyorum bünye alışmış ama olsun.

Dersler nasıl peki? Bence en az ikisinden kalırım. Yani inşallah kalmam da içime doğdu. Çünkü hakikaten zor ve altyapı gerektiren dersler. "E niye aldın çocuğum?" diyorsanız, bunlar okulum uzamasın diye üstten aldığım derslerdir dostlar. Deneyelim bi ya belki de geçeriz. Fince dil dersi alıyorum ayrıca. Sınıf doğal olarak yabancı öğrencilerle dolu. Çok zevkli çok iyi bir ortam var. Kreşte gibiyiz yahu bayağı eğlenceli. Hocamızın alfabedeki " ö " harfini açıklamak için gösterdiği çaba beni fazlasıyla güldürdü. Fincenin benzer tarafları var tabii biraz Türkçe ile. Yahu yabancı nereden bilsin tabii " ö " harfini. Kadın tarif ederken "Böyle dudaklar birleşik olacak, kusuyormuşsunuz gibi böle ööö" dedi ya. Daha ben ne diyeyim?

İki vize bir final olayı çoğu derste yok. Üç tane sınav hakkınız var en yükseği sizin final notunuz oluyor. Çok güzel yahu. Ama sınavların genelde mayıs, temmuz hatta eylüle kadar sarkabileceği ihtimalini düşünürsek, "Olayı Mayıs'ta bitirelim yazın Avrupa'da gezelim" güzel bir slogan olabilir. Kalmamalıyız o yüzden derslerden.

Kalmamalıyız tamam da sürekli parti oluyor bu memlekette. Neredeyse her akşam bir mekanda bir organizasyon oluyor. Benim ömrümde katılığım 2 tane parti vardır. İkisi de ÖSS partisidir. İkincisine arkadaşlarım için gittim ÖSS ile bir alakam yoktu (açıklama gereği duydum nedense). Yok Saha'ymış, yok Love Hotel'miş, yok Cabaret'miş... Saat 4ten önce yatmaz olduk valla. E güzel mi? Bence güzel. Ama mekanları iyi seçmek gerekiyor bence. Aynı müzikleri dinlemekten gına geldiğini de söylemeliyim. Ama bağımlılık yaptı nedendir bilmem sürekli gitmek istiyorum. Kıbrıs'ta gidemiyordum ondandır belki...

"Ya bırak Allah aşkına kimi yiyorsun Can?" dediğinizi de duyar gibiyim. Şimdi anlatacaklarım bir abazanlık, aklı başka yerde çalışan 21 yaşındaki bir erkeğin seviyesiz düşünceleri olarak algılanırsa valla üzülürüm, blogu da kapatırım.

Zaten okuyucu kitlemin geniş olduğunu varsayarak (8) seviyeli bir dille buradaki gece hayatını açıklayayım. Önceden de belirttiğim gibi benim gibi partilere, piste çıkıp üç yüz beş yüz dans etmelere alışık olmayan bir bünye için ufak bir uyum sorunu yaşanabilir. Ama ben ilk partide 10 dakikada bu uyum sorununu aştım bir şekilde ben de anlamadım. Şimdi olay herşeyden önce eğlenmek tabii. Ama karşı cinsle tanışayım muhabbet kurayım gibi emeller için bazı şeylere dikkat etmek lazımmış sanırım. Ben burda akıl veremem tabii düşüncemi söylüyorum.

Bizim okulda Mario diye bir Fransız çocuk var. "Heeeeyyy, what's up maaan?" gibi bir muabbeti kısa sürede oluşturduk kendisiyle. Mesela kendisi tamamen bir parti adamı. Görünüşü ise İlyas Salman... Bu benzetme İlyas Salman'ın Çiçek Abbas, Banker Bilo tiplemelerinden esinlenerek yapıldı elbette sanatçıya bir saygısızlık olmasın. Adamın adı İlyas olarak kaldı yani. Yahu adam bir kere gözümüzün önünde yarım saat içinde 4 farklı kızla kırk yıllık sevgiliymiş gibi dans etti. Bizim gibi alışık olmayan bünyeler için çok şaşırtıcı böyle şeyler, oysa buradaki gece hayatı için gayet normal. Bize de "Abi İlyas dörde gidiyor bak" demekten başka birşey düşmedi tabii. Ben ise asla böyle şeyler yapmam herhalde, yapamam yani....

Şimdi benim çenem biraz düşüktür. Dans edenlerin insanların yanına gidip "Merhaba, nasıl gidiyor, neredensin, Almanya'nın neresinden?" gibi sorular soruyordum hep. Bir de doğamdan gelen, kızı görünce lüzumsuz espri yapma çabaları falan... Yani kimisine sempatik geliyor, kimisi ise kaçıp gidiyor. Bana genelde söylenen "Abicim çok konuşuyorsun ve gereksiz konuşuyorsun, dans edeceksin sen ya" şeklinde laflardır. Ama böyle saf temiz "ehuhe ben Finlandiya'da yeniyim valla garip buralar" edebiyatıyla gerçekten çok değerli bir arkadaş edindiğimi de söylemeliyim. Ama genelde kaçıyorlar bunu unutmayalım.

Başka bir kaçış nedeni ise maalesef üzücü. Gerçi ben hala tam olarak inanmıyorum çünkü yaşamadım ama Türkiye'den geliyorum denildiğinde, hanımlar genelde uzaklaşıyormuş. Bir kız için ülkemizi değiştirelim mi diye düşündük. Değiştirmeyiz ya herhalde. Çünkü biz de Türkiye'deniz demezsek Avrupa'daki Türk imajını nasıl toparlarız değil mi? Gerçi Türkiye'nin imajının toparlanması için sarhoşlarla dolu bir gece klübü ne kadar doğru bir yer tartışılır zaten. Okulda sağlam kafayla konuşulur bizim gayet modern aklı başında insanlar olduğumuz anlatılabilir çünkü eğitimli, birikimli ve her şeyden önce insan gibi insanlarımızın onlardan en ufak bir eksiği olduğunu düşünmüyorum ben. Nitekim burada Nokia gibi şirketlerde çalışan Türk mühendislerinin sayısı ve başarısı buna güzel bir örnek olabilir bence.

Yahu gece klübünden nerelere geldim de bir anda ciddileştim. Durun ya daha sonra ciddileşiriz değil mi? Bu partiler yüzünden ödevlerimi yapamıyorum. Yapsam da hemen bitse. Şu "Eramus'a ders çalışmaya mı geldin yahu" düşüncesi kafamda çok dolanıyor omzumda bir melek bir de şeytan çıkıyor. Ne dediklerini söylememe gerek yok sanırım. Ama hepsi hallolur diyelim keyfimize bakalım.

Dostlarım bu seferki yazı biraz daldan dala oldu. Plan yapılmdan aklıma ne gelirse yazdım ondandır yani. Bir sonraki yazıda Helsinki'den bahsederim sanırım. Sauna olayı gibi ani gelişmeler olursa onu da paylaşırım tabii.

Kendinize çok iyi bakın, görüşmek üzere...

12 Şubat 2009 Perşembe

Finlandiya'ya Genel Bir Bakış

Evet günlüğe Finlandiya'nın genel bir değerlendirmesiyle başlayalım. Gerçi 2 hafta içinde bir ülke hakkında insan ne kadar bilgi sahibi olabilir tartışılır ama ben yine de aklmda kalanları kısaca aktarayım. 24 Ocak'ta Tampere'ye indik. Kat kat giyindiğimiz ve "Kuzey kutbuna gidiyoruz" düşüncesiyle yola çıktığımız için hava beklediğimiz kadar soğuk değildi. Sonra gaza gelindi, incecik giyildi ve ciğerin en derinliklerinden gelen öksürüklerle inletildi etraf. Evet dostlar Finlandiya'nın havasına meydan okumaya çalıştım ikinci haftamda ancak ağzımın payını aldım. Ancak iki günlük öksürük ve boğaz ağrısından sonra affedildim.

Şimdi çok temel şeyleri çok kısa şekilde açıklayayım. Birazdan yapacağım değerlendirmelerde mutlaka istisnalar vardır. Ama ben çoğunluğu bütüne yuvarlayıp gözlemlerimi aktaracağım.

Öncelikle Finlandiya insanı gayet şeker. Yani yardım istediğiniz zaman size elinden geleni yapıyor çoğu. Edemiyorsa da bunun nedeni o kişinin İngilizce bilmemesidir diyebilirim ki İngilizce biliyorlar genelde. Ama gidip 50 yaşının üstünde kendi hallerindeki teyzelelere amcalara yol sormamak lazım. Bilenlerin bazıları takır takır sağlam telaffuzla konuşurken bazıları ise tıpkı bizim Türkiye'de yabancı gördüğümüz zamanki paniği yaşıyor. Titreye titreye "Ay nasıl desem" şekline girmeler falan... Ben yabancı olduğum için sanki yıllardır İngilizce'yi sular seller gibi bilen bir insan imajı çiziyorum ki aslında benim görevim "Şu nerede, bu nerede?" diye sormak. O soruya cevap veren ben olsam benim nerelerim titrer kim bilir?

Aman yerde çöp yokmuş, kırmızı ışıkta geçilmezmiş, aman Avrupa tuvaleti bal dök yalaymış. Türkiye ile kıyaslamasını yapamam belki ama bu tip aykırılıkları görebilmek gayet mümkün. Ancak Avrupa Birliği, Schengen uygulaması derken artık Finlandiya ve diğer Avrupa ülkeri tamamen değişik milletlerden gelen insanlarla dolmuş. İşte biri de benim yani. Bu nedenle bu gördüklerimi Fin ırkına mal etmemek lazım elbet.

Sauna denen kavram Finliler için sanıldığından da önemli bir değer. Hayret edilir yahu. Fin kültürünün en önemli sembolü. Sauna ya, bildiğimiz sauna. Finlandiya'daki ilk saunama okuldaki değişim öğrencilerinin klübünün partisinde girdim. Önce kız seansı, erkek seansı sonra da karışık. Bizim gibi birkaç istisna dışında herkes çırılçıplak giriyor sauna. Kız seansı hariç hepsine girdim kimse bir şey demedi yani. Saunadan çıkar çıkmaz karlara çıkmak üstünüzden çıkan buharları izlemek baya güzel. Aslında göl kıyısında olunsa göle girmek lazımmış. O da olur zamanla. Sauna buradaki evlerde mutfak ve banyo ile aynı konumda. Hemen hemen her evde sauna olmakla birlikte, kaldığım yurtta da çamaşır odasının karşısında sauna var. Olay bu kadar açık yani.

Saunayı sevdim mi? Türkiye'de de girmiştim ama burada öyle bir anlatıldı ki neden sevmeyeyim?Ama size ikinci sauna maceramı anlatmalıyım önce. İkisi ilk defa girmek üzere üç arkadaşımla birlikte yurttaki saunadan yer ayırttık. Gayet çamaşır makinesi ayırtır gibi deftere adınızı yazıp 45 dakikalığına saunayı kiralıyorsunuz. Keyfimiz gayet yerinde. Isınan taşların üstüne su döküp (baya tasla su döküyorsunuz yanlış anlamayın) yüzünüze gelen buharı hissediyorsunuz. 80 dereceye varan sıcaklık Allah Allaaaah... Sonra koşa koşa karlara. "Aman ne kadar çılgınız, ne kadar manyağız" diyoruz. Saunaya geri dönüyoruz tam buharlaşacakken ikinci kez karlara çıkıyoruz. Keyfimize diyecek yok yani. Sonra işte Finlandiya'daki ilk maceramız oluyor ve karlara çıkan kapının kapandığı ve dışarıda kilitli kaldığımızı görüyoruz. Üstümüz çıplak altımızda mayo veya havlu var. Saat gece 11e geliyor ve o saatte tüm blokların giriş kapısı kitli. Olsun biz zaten sıcağız diyoruz ama artık soğuğu hissetmeye başlıyoruz.

Ben yardım için bağırmaya başladım kardeşim. Ama böyle bıçaklıyorlarmış gibi bağırıyordum. Panik yaptım tabii yapmadım değil. Sonuçta ilk defa -8 derecede çıplak kalmıştım. Oradan geçen bir amcaya uzaktan bağırdık yardım edin diye. Adam umrumda değil dedi ve yoluna devam etti. Gecenin bir vakti sizden yardım isteyen çıplak 4 genç hakkında siz ne düşünürdünüz bilmem ama o amcaya kızdım ben şahsen. Verandadan çıktım ve hemen yan taraftaki camları tıklatıp yardım isteyemeyi düşündüm. İnsanlar camlarındaki tıkırdıya kalkıp karşılarında çıplak kibar bir çocuk görüp yardım edeceklerdi hesaplarıma göre. Ama burda çift cam vardı ve insanlar müzik dinliyordu. Yani beni çıplak görme şansını kaçırdılar. Kendileri kaybetti ben ona üzülüyorum. Çaresiz döndüm arkadaşların yanına. "Yardım edin!" diye bağırıyordum. Ama öyle "Öleceğiz, gebereceğiz" diye bir korkum yoktu yani ne olacak ki. Ancak çok korkunç bir şekide bağırıyor olmalıydım ki arkadaşım Mülazım "Abi sakin ol, ne yapıyorsun?" dedi. Ben de "E ne yapayım abi? O zaman sen git, bir şeyler yap " diye çıkıştım. Sonra çocuk çıktı, karşı bloklara kadar gitti yardım için. Bayağı yol yürüdü. İyice esintiyi hissediyorduk ve bu durum canımızı sıkmıştı. Kapının önünde bir odun gördük ve kapının da tam şangırrrt diye indirmelik bir camı vardı. Mülazıma bağırdım "İndirelim mi camı?" diye. Hayır dedi. Ama biz camı indirdik. Çok süper bir ses çıktı yalnız onu söyleyeyim. Cam kırıklarının üstünde yalın ayak yürüyüp içeri girdik. Bir tek benim ayağım kesildi. Alışığım ben böyle şeylere, adım atarken dikkat edeceğim diye satranç oynuyormuş gibi düşünmemek lazım sonuçta değil mi? Ciddi bir şey yoktu azıcık kanadı o kadar. Ağlamadım hiç. Neyse Mülazım bize biraz bozuldu tabii. "Ben yardım için o kadar yol gidiyorum, siz benim sözümü dinlemeyip camı kırıyorsunuz aşk olsun" falan dedi. Düşünüldüğünde haklıydı Mülazım. Ama üşümüştük yav. Yani şu anda Finlandiya maceralarıma bu anı ilk sıradan giriş yaptı. Bakalım ne kadar bir numarada kalacak bu anımız?

Vallahi uykum gelmese daha derslerden okuldan ve gece hayatından bahsederdim. Artık bir sonraki yazıya onlar da. Normalde 4'ten önce yatmıyoruz burada sürekli parti falan. Alışık değilim ki ben yılda bir yaparım ben böyle şeyleri. O da yılbaşında yani. Burada iki haftada 4 kez yeni yıla girdik yani bu teorime göre :)

Bu yazımdan sonra blog adresimin reklamını yapacağım. Şu anda hiç okuyucum yok. Eşe dosta söyleyeyim. Zaten onlar için yazıyorum ama en önemlisi paylaşmak için değil mi dostlar?

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle....

8 Şubat 2009 Pazar

Merhaba Dostlar,

İnsanlara kendimi en verimli bir şekilde nasıl anlatabilrim niye düşünürken blog uygulamasının en doğru seçim olacağını düşündüm. Hoşgeldin dediğinizi duyar gibiyim :) Hoşbulduk diyeyim ben de...

ODTÜ KKK (Kuzey Kıbrıs Kampusu) 'da Elektrik-Elektronik Mühendisliği 3. sınıf öğrencisiyim. Bu satırları yazarken ise Tampere University of Technology (Finlandiya) 'de Erasmus değişim öğrencisiyim. Ailemden ve arkadaşlarımdan uzak kaldığım için blog açıp kendimi daha rahat anlatır, buradaki izlenimlerimi daha iyi anlatabilirim diye düşündüm.

Bu kısa bir merhaba yazısı elbet. Daha çok şey yazar, daha çok şey paylaşırız diye umuyorum.

En kısa zamanda görüşmek üzere...

Can Cengiz