19 Mayıs 2011 Perşembe

Günlüğün Panaroması

Blog sayfamı açalı iki yıldan fazla olunca insan "en iyiler" veya "unutulmayanlar" gibi bir bölüm hazırlamak istese de daha gerçekçi düşünüldüğünde bugünkü yazıda blog yazmaya başladığımdaki beklentilerim ile okuyucuların beklentileri üzerine bir şeylerden bahsetmek daha doğru olacaktır değerli okurlar.

Şubat 2009'da sevgili dostum Saygın'ın "Finlandiya Günlükleri" adlı blogunun etkisinde kalarak o dönemdeki hislerimi doyasıya paylaşmak amacıyla "Japonlar yapmış bizim neyimiz eksik abi?" felsefesiyle ben de bir blog açmaya karar verdim. İlk yazım sauna sefamız sırasında serinlemek ve kendimizi çılgın hissetmek maksadıyla dışarıya çıkıp, kilitli kapıyı istemeden arkamızdan kapatmak suretiyle saunaya geri dönemememiz ve akabinde yaşadığımız panik üstüne kuruluydu. Beklediğimden çok daha fazla bir ilgiye maruz kalınca, kendimi çok özel hissettim, hatta insanların işi gücü bırakıp her gün yeni yazımın çıkıp çıkmadığını kontrol ettiklerine bile inandım. Şimdi dönüp o zamanki yazılarıma baktığımda "ehueuhe, :), valla, dimi" gibi unsurlar barındıran üslubumu hiç beğenmediğimi söyleyebilirim. Zaman zaman komik olma çabasıyla yaptığım zorlama espri girişimlerini de o dönemin toyluğuna verip usulca gülümsüyorum sadece.

İlk zamanlar iki günde bir yazarken, Erasmus sonrası yaşadığım yoğunluk sebebiyle neredeyse bir yıl klavyeye dokunmadım. İkinci Finlandiya seferimde ise her tarafıma işlemiş üşengeçlik ve tembellik virüsü yüzünden takipçiler varsa sıkılmasın diye ayda bir kez bir şeyler karaladım. Geçen ay çok ufak bir sayfa düzenlemesi yaparak, blogu görüntüleyenlerin sayısına ve sadece 30 takipçisi bulunan sevimli twitter sayfama blogumda adeta "son dakika" misali küçük bir köşe ayırdım. İtiraf etmek gerekirse 2 yıl boyunca bloga görsel olarak bir şey katmayı hiç düşünmedim. Fotoğraf eklemem defalarca önerilse de, başta üşengeçlik daha sonra da "Posta, Star gazeteleri gibi olur, bize Cumhuriyet okumak yakışır" ilkesiyle bundan vazgeçtim. Yapıp yapabileceğim en güzel yenilikleri tamamladıktan sonra, istatistikler adındaki bölüm dikkatimi çekti. "Bunca zaman bununla nasıl ilgilenmemişim?" diye düşünürken, bloguma çeşitli ülkelerden Türkçe okuyup anlayabilen binlerce ziyaretçinin geldiğine ve bloga hangi yollardan ulaştığına dair çarpıcı örneklerle karşılaştım.

Blogumda toplamda en çok ve her gün ortalama 10 kez görüntülenen yazı Riga ve Vilnius gezilerimin izlenimleri olarak karşımıza çıkıyor. Mutlaka bu insanlar benim eşsiz karizmam için değil, Riga ve Vilnius gece hayatını, güzeller güzeli hanımlarını merak ettikleri için arama motorlarının cilvesi ile buraya düşüyorlar ve muhtemelen yazıyı okuduktan sonra haklı olarak "Ne odun adammış hiç ortamlara akmamış" diye düşünüyorlar. O geziye dönemin şartlarından ötürü tek başıma çıktığım ve gece hayatının kötü kalpli insanlarının zaman zaman benim gibi saf gençleri oltalarına düşürmek amacıyla yem olarak kullandıkları çekici hanımlardan korktuğum için hostelin barından dışarı çıkmamıştım. Bugün gitsem o kadar korkmam ama kendimi uzun zamandır yaşlı bir kaplumbağa gibi hissettiğim için yine hostelden dışarı çıkmam sanırım.

Riga ve Vilnius gece hayatı blogdaki misafirlerimin en çok arattığı anahtar sözcükler olmuş. Dikkatimi çeken diğer sözcük grupları ise "giden ben değilsem gelen kim", "finlandiya insanı sarışın mı" ve en korkuncu "liseli kızların kendi aralarındaki öpüşmeleri". Sonuncusuna inanmak istemesem de olası bir sansür uygulamasında Blogspot'un yasaklanmasında payım olacağını düşünmeye başladım şimdiden.

Güzide okulum ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu hakkındaki yazım sanıyorum topluma en faydalı yazım olmuştur. Erasmus döneminde yaşadığım ufak tahribattaki hayal kırıklığım ve Beşiktaş'ın beni ve tüm taraftarlarını nasıl kanser ettiği konulu yazılarım ise en kişisel, kimi kendini bilmeze göre en lüzumsuz bloglarımdır. Eylül ve Ekim 2010'da yazdığım bloglar ise içime en çok sinen, en çok beğendiğim yazılardır. Son dönemlerde yazım kurallarına büyük hassasiyet göstersem de arada hatalar yapmak kaçınılmaz oluyor. Yine de dahi anlamındaki "de"yi ayrı yazarak, birçok üniversite mezunu arkadaşıma göre bir adım önde olduğumu bilmekle gurur duyuyorum her gece.

Blog ile ilgili olumlu yorumlar aldığımda öğretmenimin ilkokul yıllarımda "Aferin Can, bakın çocuklar Can nasıl yapmış, aferin çocuğum" dediği zaman hissettiğim gururu ve utancı yaşıyorum. İlgi çekmek her zaman hoşuma gitse de artık Facebook sayfamdan blogun reklamını yapmak istemiyorum, çünkü Facebook kullanımımı en aza indirmek için var gücümle çalıştığım bu dönemde daha önceki duyurularımın ardından bir kez okuyup beğenmişlerse yine kendi iradeleriyle gelirler diye umuyorum.

Araya sıkışmış ama her zamankinden daha içten gelen bu yazıyı noktalarken havanın artık saat 11'de kararmaya başladığı serin bir Espoo akşamında camdan beni dikizleyen sincapların selamını siz değerli okuyucularıma iletmeyi bir borç bilirim.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...