26 Mart 2009 Perşembe

Sunum ve öğrenciliğe dönüş

Evet dostlarım bu hafta blogu doldurayım mı doldurmayayım diye düşündüm taşındım bütün hafta. Hani çok ilginç birşey olmayınca zorlamanın anlamı yok dedim. Ama gördüğünüz gibi vazgeçtim bu fikrimden :)

Efendim bu yazıda size Finlandiya'daki ilk akademik aktivitemden bahsedeceğim. Önceki bloglarda bildiğiniz gibi artık öğrenci kimliğimi de hatırlamam gerektiği konusundaki endişelerimden bahsetmiştim. Bugün sabah saatlerinde yaptığımız sunum ile Avrupa'daki öğrencilik hayatımın ilk etkinliğini gerçekleştirmiş oldum. Acayip duygulandım. Çünkü 3 dakikalık bir konuşma yapmış olsam da, geçen bir hafta boyunca "Allah'ım neden okuyamıyorum, neden serseri oldum burada?" diye kendi kendimi yemekten bir hal olmuştum ve bu minik sunumla azıcık da olsa özgüvenime tekrar kavuştum.

Peki nedir bu sunum hikayesi? Belki daha önce bahsetmişimdir, bu okulda son dakikada seçmeli olarak almaya karar verdiğimiz "Technology Management" adlı Endüstri Mühendisliği tabanlı karizma dersin ödeviydi kendisi. Bu dersin ayrı bir özelliği de inanılmaz derecede kafa dengi olan arkadaş canlısı genç hocasının da Türk olması. Tabii ömrümde bu kadar süper aksanlı İngilizce konuşan bir Türk de görmediğimi de eklemek isterim. Neyse uzatmayalım, hocamız bize meşhur Apple şirketinin tarihçesini, bugüne kadar yaptıkları icraatları, yediği haltları anlatan bir makale verdi. Bu makaleden yola çıkarak 4 kişilik gruplar halinde Apple'ın geçmişinde yaşadığı sıkıntılı dönemleri tekrardan yaşamaması için gelecekte nasıl bir strateji belirlemesi gerektiği konusunda kafa yormamız istendi. Babalar hazır iPhone gibi bir ürünle piyasayı altüst etmiş, bu tatlı konumu nasıl koruyabilir Can Bey'e soralım demişler. Kırmadım kendilerini.

Yahu ben kim şirkete gelecek stratejisi belirlemek kim? Efendim 4 kişilik grubumuz bendeniz, iki yıldır akademik yaşantımda birlikte olduğum can dostum Yaşar ve hocamızın tayin ettiği Fransız kardeşler Aurelie ve Herve. Malum son bir haftaya kadar hiçbir şey yapmadık, takım arkdaşlarıyla da irtibata geçmedik. İlk olarak geçen hafta toplandık. Şimdi Avrupa'dayız yeni okul yeni sistem biirrr, ders baya karizma ikiiii, dersi alan çoğu insanda pabuç kadar dil var, sınıfta konuşuyorlar da konuşuyorlar, birikimliler üççç, hayatımda hiç bu tip bir dersle ve ödevle karşılaşmadım dörttt, bu sefer Fransızlarla iş yapıyorduk (havalara bak) hadi bu da beşşş. Bu faktörler bir araya gelince beni yakından tanıyanlar bilir, ben gerilirim arkadaş. Büyütür de büyütürüm. 15 sayfalık o son derece gereksiz makaleyi okumak daha da önemlisi anlamak için 3 koca gün harcadım ve sonuçta hiçbir şey anlamadım. "Yahu ben ne diyeceğim Fransızlara, nasıl bir strateji sıksam" diye kemirdim içimi. Sabah otobüsü kaçırıp toplantımıza geç kalınca ufak bir trip de yedik bakışlardan. "Biz Fransızız her zaman dakiktiriz" geyiği döner gibi oldu pek hoş olmadı açıkçası. Neyse başladık toplantıya ve ummadığım bir şekilde 2 saatte sunumun tüm içeriğine, stratejilere karar verdik. Yaşar ve ben biraz sönüktük açıkçası. Genel konuşuyoduk çoğunlukla, Fransızlar gaza gelip ayrıntıya indiklerinde "he he tabii" diyip poh pohluyorduk.

İkinci toplantıda slaytlarımızı ve kendi bölümlerimizi sunacaktık. Bu sefer onlar geç kaldı. Biz hiçbir şey demedik. "Biz de Türküz aha böle morartırız, adama lafı yediririz, naber düdük?" gibi bir seviyesizliğe inmedik. İnmedik ama rahatladım bunları yazınca neden bilmiyorum :) Sunumuzu da beğendiler gayet. Efendim sezarın hakkı sezara elbette, onların sayesinde güzel bir iş bölümü oldu ve sunumumuzu hazırladık.

Sunum günü son provamızı yaptık. "Dandik oldu ama olsun artık çok geç, aman ne olacak alt tarafı sunum işte" gibi kendimizi avutmaya çalışan yorumlarla sunumun yapılacağı salona geldik.
Sondan birinci gruptuk. Bu tip sunum ortamlarında genelde "ilk çıkarım, yapar kurtulurum" felsefesini benimsemişimdir. Bu sefer beklemek zorundaydık. Çıkan ilk gruplar gerçekten iyi hazırlanmışlardı. Apple araba yapsın Mercedes, BMW ile bu pazarda kapışsın diyenlerden iBeer, iGuitar gibi önerilerde bulunanlara kadar renkli sunumlar izledik.

İşin garibi bugüne kadar sırf formaliteden olduğuna inandığım "Sorunuz var mı arkadaşlarınıza? Peki o zaman teşekkür ediyoruz yerinize alıyoruz" geyiği burada dönmüyordu. Sunumdan sonra baya baya soru soruyorlardı, en az 10 dakika kitliyorlardı. Önce titremeye başladım, 3 kez tuvalete gittim sonra da saçmalamamaya karar verip kendime geldim. Evet inanılmaz yaratıcı, dikkat çekici, komik fikirlerimiz ve slaytlarımız yoktu ama bizim de bir duruşumuz vardı arkadaş. "Well uhh, first suggestion for Apple is eaaahhh...." triplerine girerek, takır takır konuştuk. O özgüven sunum sonunda "nolur soru gelmesin kitlenmeyelim" dualarıyla birazcık hasara uğradı ama neyse benim bölümümle ilgili soru gelmeyince "bana ne lan Fransızlar cevaplasın" gibi yüzeysel bir tavırı benimsemeyi uygun gördüm malesef.

Evet bu yazıda gezidir maceradır pek yok gördüğünüz gibi. Ama dedim ya en büyük aksiyon buydu en son. Sunumu alnımızın akıyla atlattık ve geçen hafta bütün hafta aradığım ama bulamadığım özgüvenime kavuştum bu dandik sunum sayesinde. Şimdi ise önümüzde "ya acaba hiç çalışmasak mı nasıl olsa kesin kalacağız" diyip sonra vazgeçip sınava 8 gün kala koca koca konuları bitirmeyi göze alıp çalışmaya karar verdiğimiz Control System Design With Matlab adlı bölüm canavarı var. "Zor kartalım zor ama destanlar yazmadık mı defalarca?" derlerdi Beşiktaş'ımın Avrupa maçları öncesi. Sonunda 3 de attık, 8 de yedik :) Aynı o durum yani. 3 atamayacağım aşikar ama hedefim 8 yememek. 2 Nisan büyük gün ama öncesinde sunumunu yaptığım dersin 30 Mart'ta sınavı var. Halledicez bir şekilde. Kalırsak da canım sağolsun, benim ruh sağlığımdan önemli mi ya dimi :p

Sırf vicdanımı rahatlatmak ve "oraya gittim ama ders de çalıştım" demek için 2 Nisan'a kadar inekleyeceğiz Yaşar ile. En azından 3 güzel günü heba edeceğim saçma bir makale yok önümde.

Lafı yine fazla uzattım sanırım. Kendinize çok iyi bakın, bir yazı bilemediniz iki yazı sonra gerçek maceralarla yine karşınızda oalcağım canım okurlarım benim.

Görüşmek üzere....

20 Mart 2009 Cuma

Arayış çabaları, Koreliler ile Türk kahvesi keyfi ve karlara veda...

Evet Hollanda'dan döndüğümden beri kendime tam olarak gelememiştim. Burada hava hala bıraktığım gibi soğuk ve kapalıydı. Ayrca beni bekleyen bir sürü ödev ve türevi şeyler vardı.

Aldığımız derslerin bize göre olmadığını ve biraz fantezi seçimler yaptığımızı acı bir şekide fark ettik Yaşar ile. Bu konuya umarım bir çözüm bulacağız. Gezmek tozmak iyi de iş çalışmaya gelince gerçekten çok zor bu ortamda. İnanın çok zor.

Efendim burada çok sevimli Koreli bir kız arkadaşımız var adı Haein. Sağolsun geçen akşam arkadaşları (3 Koreli, 1 Fransız) ile birşeyler hazırlıyorlarmış bizi (Yaşar, Mülazım, blog hocam Saygın :) ve ben) de yemeğe davet ettiler. Seve seve kabul ettik inanılmaz keyifli bir akşam oldu. Gerçekten şu durgun dönemime apayrı bir güzellik kattı o akşam yemeği. Yaptıkları zahmete Yaşar kozumuzu kullanarak Türk kahvesi ile karşılık verdik. Hoş giden sohbet efsane bir hal aldı kahveyle beraber. Bu kardeşlerden bir kısmı Türk kahvesini daha önce içmişler ve çok acı, ağır bir tadı olduğuna kanaat getirmişler. "Şeker koyarız canlarım sıkmayın siz canınızı" dedik. Şekerli olunca daha bir hoşlarına gitti tabii. Afiyetle içtiler. Allahım çok sevimliler ya. Arada kendi aralarında "oo valamulasokota" diye yorum yaptıklarında kopmamak için zor tuttum kendimi. Neyse kahvelerin ardından dedik ki "bu kahveden fal bakılır meşhurdur bu" dedik. "İnanıyor musunuz gerçekten?" diye sordular. "Fala inanma falsız da kalma" lafını o an hemen tercüme edemeyince "eğlencesine canım böyle şeyler" demeyi uygun bulduk. "Dibini içmeye yemeğe kalkmayın fal bakıcaz onlardan" dedik. Biz bunu derken Urham adlı şeker eleman ise kahvenin dibini çoktan parmaklıyordu. Çok iyi bir sahneydi. "Yapma babacım dur kardeşim" dedik aynı anda da kopuyorduk tabii. "Fala kim bakacak?" dediler. Aramızda en tecrübeli Erasmusçu olarak bu zor görevi Saygın'a verdik. Başta "Neden ben?" dese de görevi başarıyla yerine getirdi kendisi. İsmini malesef hatırlayamadığım Koreli kız Saygın anlattıkça "Aman aman! Ne zaman olacak bunlar? Aşkı boşver para geliyor mu para?" diye gaza geldi hemen. Sonra fal işini sevdiler ve birbirlerininkine bile baktılar. O akşam gerçekten eğlendim. Böyle güzel bir an için neden bu kadar geç kaldığımı da merak ettim tabii.

Ertesi akşam da yine davet ettiler. Bu sefer daha çok yemek vardı doyduk açkçası :) İki İtalyan ve iki Polonyalı kardeş de katlıdı aramıza yine eğlenceli bir sohbet ortamı oluştu. Saygın bağlamayı kaptı damardan girdi tabii. Yabancılar bağlamanın sesini sevdi ve "Türk enstürmanı mı bu? Çok mu eski? Herkes çalar mı bunu?" gibi sorular yönelttiler. Elimden geldiğince açıkladım. Saygın bir türküyü çalarken eşlik etmeyen tek Türk olarak beni görünce "Neden söylemiyorsun?" diye sordular. Utanarak "sözleri bilmiyorum" dedim. "Nasıl Türksün sen?" diye baktılar ama demediler öyle birşey. Aldım ama mesajı bakışlardan. Aslında "bu türkünün anısı var söylemek istemiyorum" diye de çevirirmişim şimdi düşününce neyse artık...

Bu tarz aktiveteler hoş oldu tabii şu dönemde. Ayrıca bu sabah kalktığımda güneşi gördüm daha çok sevindim. Artık sıfır derecenin üstündeyiz ve karlar erimeye başladı doğal olarak. Günlerdir planladığım kardan adam yapma projesi için geç kalmak üzereydik. Yaşar'ı ikna edip evin bahçesine çıktık ama yerdeki kar tutmuyordu. Geç kalmıştık. "Bu zamana kadar aklım nerdeydi?" diye söylendim ve başkalarının daha önceden yaptığı kardan adama bakıp iç geçirdim. Hakikaten hevesim kursağıda kalmıştı. Ama olsun dedik ve son haftalarını yaşayan karlarla vedalaşmak için üstlerine atladık, yuvarlandık, çocukluğumuza geri döndük. Bu şaklabanlıktaki amacım Tampere ve güzel mahallem Lukonmaki ile olan ilişkilerimi iyileştirmekti. Ellerim donana kadar bunu başardım. Sonra içeri koştuk tabii.

Evet buradan en taze haberler bu şekildeydi. Hala derslerime konstantre olmaya çalışıyorum zaten blog yazmadığım zaman bunu anlayacaksınız. Ama her şeyin hayırlısı diyelim belki 2011 mezun olmak için daha güzel bir yıldır kim bilir? Önce sağlık ve mutluluk diyip ailemle aramı daha da rezil etmemek için veda edeyim siz değerli okuyucularıma...

Kendinize iyi bakın dostlarım bir sonraki yazıda görüşmek üzere...

18 Mart 2009 Çarşamba

Hollanda Bölüm 4 (Sezon Finali)

Geldik son bölüme. Salı sabahı herkesin işi gücü vardı, okuyordu çocuklar benim gibi değillerdi ki. Neyse sabah 10 gibi o vakitte dersi olduğunu sandığım ama yanıldığım Buğra geldi yanıma. Sesi gitmişti. "Boğazım çok ağrıyor abi" dedi. Geçen akşam teşekkür etmek için şapur şupur öpmüştüm adamı. Bir öpücükten bulaşır mı bulaşmaz mı diye tartıştık. Ben üzülmeyeyim diye "sanmıyorum" dedi sağolsun kendisi. Neyse çıktık dışarı gündüz gözüyle Gröningen'i görme fırsatım oldu. Hava yine kapalıydı ve yağmur çiseliyordu. Kaderimize razı cirit attık şehir meydanında. Bir tane kule var Martini Tower diye orayı bulduğun sürece kaybolmuyorsun, çok güvenli benim gibi yön kavramı olmayanlar için. Neyse efendim yine simit saray tadında bir yere oturduk birşeyler atıştırdık kahvaltı mahiyetinde. Beraber gezinin kritiğini yaptık. Beni çok sevdiğini sağlam bir adam olduğumu söyledi. Aynı şekilde karşılık verdim ben de kendisine. Uzun bir süre yağladık birbirimizi bu şekilde. Bence tam bir ruh ikizim. Tek farkımız onun gençliğinde radyoculuk yapması, Ege Üniversitesi'nde çeşitli topluluklarda aktif olarak görev alması, uluslararası öğrenci kongrelerinde organizatör ve ayrıca bu okulda da temsilci olması, arabayı çok iyi kullanması, 3 yıl boyunca okulun yanında iş tecrübesi de edinmiş olması ve şu an aktif olarak ticaret hayatında olması... Yani bence ufak tefek farklar bunlar kafaya takıp komplekse girmeye gerek yok. "Buğracım insan mısın sen?" dedim belli bir süreden sonra muhabbet ilerleyince. Kendi hayatından bahsederken biraz sıkılıyordu övünmeyi sevmiyordu Buğra. Ben zorla aldım hayatıyla ilgili bilgileri adamdan. Gerçekten uzun uzun konuştuk ve kesinlikle İzmir'de görüşmemiz gerektiğine karar verdik. Tabii sesi ve boğazı bir yere kadar dayandı Buğra'nın ve ayrıca acil bir ödevi olduğu için saat iki buçuk gibi ayrıldık.

Fulya'dan haber alana kadar yalnızdım Gröningen'de. O cadde bu çarşı bir aşağı bir yukarı dolanıp uyduruk cep telefonu kameramla (2 megapiksel) sağı solu çektim. Acıktım yemek yedim. Mekanda bedava tuvalet bulunca bir saat çıkmadım (sırf bedava diye yanlış anlamayın aynaya falan baktım 45 dakika çünkü ilk defa ücretsiz bir tuvalet bulmuştum). Sonra kitapçıya girdim tabii birşey anlamadım dillerinden ötürü. Oradan çıktım çok tatlı bir plakçıya girdim. Pink Floyd'dan Led Zeppelin'e Elvis'ten Gıybet'e :p tüm baba sanatçı ve grubun orjinal plakları vardı makul fiyata. Bende plak çalacak cihaz ne arar sonuçta, uzun uzun gezip tek tek plaklara baktım sadece. O arada Fulya aradı dersten çıkmış onun yanına kaçtım meydana. Sormamak için dayansam da kafam yine karıştığı için gördüğüm bir amcaya "Martini Tower nerde acaba?" diye sordum. Balık hafızası var işte nerden girdim nerden çıktım almıyor kafa ya...

Neyse Fulya'yla dolaştık biraz. Ben şöyle devasa büyüklükte olmayıp eşyalarım rahatça koyabileceğim, gelecekteki turlarım için kullanmayı düşündüğüm geniş bir sırt çantası arıyordum. Velim de geldiğine göre gündüz beğendiğim o çantayı alabilirdim. Makul bir fiyata gayet şık çantamı aldım mutlu oldum. Fulya da beğendi hatta ilerleyen saatte kıskandığını bile söyledi. Akşam olmuştu artık odaya gelip eşyalaramı teptim çantama. Hüzünlüydüm biraz tadamamıştım Hollanda'yı hastalıktan ötürü. Ayrıca değerli yorumlarda da belirtildiği gibi Hollanda gecelerine akamamıştım. Bırakın Coffee Shop larda kek yemeyi (herkes okuyordu dimi blogu neyse artık :p) bira bile içemiyordum yahu. Gece 12de cuup yatağa giriyodum bitkinlikten. Bremen'e giden otobüsüm gece 2deydi o vakte kadar dışarıda takılalım dedik Ece ve Fulya ile.

İlk bölüme götüreyim sizi. Gröningen'de mekanlar sinek avlıyordu şansıma ilk gecemde hatırlarsanız. Bu sefer daha büyük terbiyesizlik yapıldı. Çoğu mekan kapalıydı. "Vurun vurun siz de vurun" diye haykırasım geldi o an. Hanımlar hareketli bir mekan istiyordu ayrıca bana gitmeden gece hayatının hareketliliğini az da olsa göstermek niyetindeydiler. Ben ise sırtımda turist çantası gireceğimiz barlardaki imajım hakkında endişelenmekle meşguldüm onlar yer ararken. Nitekim girdiğimiz iki mekanda da adım atacak yer yoktu çıktık. Benim de gayet sıcak baktığım oturup konuşabileceğimiz bir bara oturma fikrini uyguladık sonra. Ece ve Fulya bira içti ben ise gözyaşları içinde bardan gidip çay aldım. Sonra gitme vakti geldi beni otobüsüme bindirdiler sağolsunlar ve ayrıldık...

Tüm yorgunluk ve hastalık belirtilerine rağmen tamamen sorunsuz ve gayet güzel bir gezi geçirdim Hollanda'da. Hepsinden önemlisi Fulya haricinde 3 güzel insan daha tanıdım. Gerçekten iyi insanlar ile karşılaşıyordum bu dönemlerde cidden güzel bir gelişme bu. Ama bana bu ortamı sağlayan Fulya'nın hakkını ayrıca teslim etmem gerek. O kadar ilgilendi, zahmet etti tüm içtenliğiyle. Aslında o apayrı bir blogu hakediyor abartmıyorum. Hastalığımla (bir haftada geçti gerçi abartacak birşey yok kesinlikle) onu üzdüğüm için 70 milyonun önünde kendisinden özür diliyorum. Sırf üzülüyor ve benimle ilgileniyor diye bazen kasıtlı öksürdüm ayrıca. Bu alçaklığı da yaptım affet beni eheheh:) Şaka bir yana çok mutlu oldum, her şey için teşekkürler. Davet gelmesi için dua edeceğim ya da zorla davet ettireceğim kendimi. Sonuçta Amsterdam'la ve Gröningen gece hayatıyla kalan bir hesabım var unutmayalım...

Hollanda'dan güzel memleketim Tampere'ye döndüğümde İzmir'den Kıbrıs'a dönerken yaşadığım hislerin benzerini yaşadım. Tampere'ye trip attım birkaç gün. İki gün minik depresyonlar yaşadım. Sonra kendime gelmem ve saçmalamam gerektiğini düşünüp özür diledim Tampere'den. Sonuçta ilk göz ağrımdı burası ve daha size çok şey anlatacaktım burda yaşadıklarımla ilgili öyle değil mi ya?

Bu satırları yazarken hala ders çalışmanın yolarını arıyor ve hastalığımdan eser kalmamasına rağmen üstümde birikmiş ölü toprağını atmaya çalışıyorum. Bir ay önceki enerjimi en kısa zamanda geri kazanıp yeniden Tampere gecelerini sallayacağız diye umuyorum dostlarım. Şu sunum ve sınavı halledersem daha rahat olacağım tabii.

Aman neyse günlük olayını fazla abarttım bu sefer sanırım. Hollanda dizisinin sezon finali böyleydi. Belki ikinci sezonu da çekeriz kim bilir? Tampere hayatımda karşılaştığım gariplikleri anlatmayı planladığım gelecek yazımda görüşmek dileğiyle...

Kendinize çoook iyi bakın....

16 Mart 2009 Pazartesi

Hollanda Bölüm 3 (Den Haag, Rotterdam, Utrecht)

Tahmin ettiğimden daha uzun bir aradan sonra yeniden beraberiz. Hollanda gezisini bölümlere ayırma işini sanırım biraz abarttım çünkü yavaş yavaş ne anlatacağımı unutmaya başlıyorum. Neyse efendim hatırladıklarımızla devam edelim.

Den Haag'a gelmiştik en son. Daha önce bu kentin adını duyduğumdan bile emin değilim. Çoğu kaynakta zaten Lahey diye geçiyor. The Hague ise kentin adının İnglizce versiyonu. Amma da karışık yahu. Hollanda'nın başkenti neresi diye sorulduğunda öyle Amsterdam diye atlamak istemem. Malum çoğu yabancı da İstanbul'u başkentimiz olarak bilir. Ama Amsterdam Hollanda'nın başkenti o ayrı :) Den Haag ise Hollanda hükümetinin merkezi. Bu yüzden kafalar karışıyor birazcık. Amsterdam'daki park yeri krizi burda yaşanmadı. Sonunda arabayı kiraladığımız şirketin şubesinin önünde ücretsiz bir yer bulduk ve oraya park ettik. Tabii iner inmez ofise koşup tuvalete daldım (bir önceki bölümde yazar Amsterdam'da tuvalet krizi yaşamıştı). Herkes kendine geldikten sonra şehrin merkezine doğru sağlam bir yol yürüdük. Başta "Bu nasıl yer?" dedim. Bana hiçbir özelliği yokmuş gibi geldi. Ancak içerilere sokulunca küçük ve şirin Hollanda sokaklarını gördüm ve erken konuşmamam gerektiğini bir kez daha hatırladım. Zaten arabayı ücretsiz park etmiştik, tuvaleti de halletmiştim yani bu kentin kendi sevdirebilmesi için fazladan çaba göstermesine gerek yoktu açıkçası. Pazar sabahın dokuzu olduğundan caddeler haliyle boştu. Ama o sakinlik insanı iyi hissettiriyordu açıkçası. Kahvaltı için simit sarayı tadında bir yere oturduk. Daha sonra sokaklarda biraz daha cirit attık, güneş kendini göstermeye başlamıştı çok şeker yemyeşil bir parkta durduk fotolar çekildik (herkes görecek en kısa zamanda tepki göstermeyelim). Planımız burada fazla oyalanmadan Rotterdam'a geçmekti. Nitekim sakin sakin yürüyerek arabamıza bindik ve üçüncü şehrimizi görmek üzere yola çıktık tekrar.

Şimdi yüzölçüm bazında Hollanda minik bir ülke sonuçta. Bu nedenle bir günde üç şehir rahatlıkla görülebilir. Gerçekten alışık olmadığımız bir durum (Kuzey Kıbrıs'ı katmıyorum, büyük şehirlerden bahsediyorum yoksa Amsterdam=Girne, Rotterdam=Magosa hoş oldu mu sizce?). Neyse efendim yalan olmasın yarım saatte -belki daha az- Rotterdam'a girdik. Güneş hala bizi terketmemişti baya şaşırmıştım bu duruma. Rotterdam'a girince "İşte metropol işte bööğğüüük şeeer!" dedim. Kocaman kocaman modern binalar, geniş mi geniş caddeler. O eski, doğal, sakin Hollanda gitmiş, "Kapitalist Dünya"nın en baba temsilcisi gelmişti bir anda (yürü be :p ). Tabii ilk halletmemiz gereken güzel arabamızın park yeri sorunuydu. Yine fellik fellik aradık neresi uygun olur diye. Liman'a mı yakın olsun, kalacağımız yere mi (arabada yatmamalıydık artık tadında her şey) yakın olsun diye düşüne düşüne aranırken pazar günleri ücretsiz olan bir yer bulduk ve hemen yanaştık. Yine şehrin çarşısına uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra yemek yiyeceğimiz bir yer aradık (sürekli yemek yiyorsunuz demeyin park yeri bulma aşaması gerçekten uzun bir süre). Çarşıya geldiğimizde hayatımda bu kadar uluslararası bir toplum profili görmediğimi fark ettim. Her ırktan her türden insan vardı. Kulağımıza sıklıkla Türkçe konuşmalar da geliyordu ama heyecan yapmıyorduk artık alışmıştık. Yemeğimizi yedikten sonra ağır ağır "Tourism Information" ofisine doğru yürüyerek hostel adresi alalım dedik. Keşke o kadar ağır olmasaydık ofis saatlerini kaçırmıştık. Kısa süreli "tüh tüh" yakınmalarından sonra hemen dibimizdeki kocaman Hilton Oteli'ni gördük ve adamlara hostel soralım dedik. Harika birşeydi bence, baya orjinal bir hareketti yani düşünüyorum da. Nasıl olacak diye merak ederken Ece ve Fulya ellerinde hostelin adresi çıktılar dışarı. Koşar adımlarla arabamızı bulup hostelin bulunduğu yere doğru gittik. Arabayı yine ne tatlıdır ki ücretsiz bir yere bırakıp uzun bir süre hostelimizi aradık. Hosteli bulup odaya yerleştiğimizde oldukça yorgun düştüğümü fark ettim. İki gündür öksürüyordum ve artık doruk noktasındaydı. Hemen yataklara uzanıp biraz kestirelim dedik. Benim için bu pek mümkün değildi öksürmekten uyuyamıyordum ama yatağı özlemiştim ne yalan söyleyeyim.

Kalkma vakti geldiğinde odadan çıkıp katta tuvalet aramaya koyuldum. Bulduğum ilk tuvalete daldım. Ardından kız sesleri duyulmaya başladı. "Hostel bu sonuçta kız erkek karışık tuvalette öyledir muhakkak" düşüncesiyle gayet rahat ve soğukkanlı bir şekilde en sağdaki lavobaya geldim. Diğer iki lavobada iki kız gece için makyajlarını yapıyordu. Onlar da gayet rahattı birşey demediler. İçeri kızdan başka cinsiyet girmeyince hem sempatiklik hem garanti olması maksadıyla "tepki vermediğinize göre yanlış yerde değilim heralde, ortak burası dimi" diye sordum. "Erkekler tuvaleti üst katta" dedi kız. "Anaamm! Çok özür çok pardon" dedim tabii hemen. "Yok sorun değil" dediler. "İyi" deyip elimi yıkamaya dişimi fırçalamaya devam ettim yüzsüz gibi. Artık diğer kızlar için yer kalmayınca "ben yerime gitmeliyim galiba" diyerek terk ettim. Yeni gelen kız hala "sorun değil sorun değil" diye bağrıyordu arkamdan. Çıkarken de içeri girerken nasıl olduysa göremediğim duvardaki kocaman "kızlar" yazısını acı bir şekilde farkettim. Bazen soğukkanlı olacağım diye fazla abartıyorum, daha da saçmalıyorum galiba. Yani bir saat kızlar tuvaletinde kalmamın bir anlamı yokmuş şimdi düşününce.

Neyse efendim akşam oldu. Benim öksürük, boğaz da iyice sapıttı. İnsanlar da endişelendi tabii. "Can iyi misin?" diye sordular ilgilendiler sağolsunlar. Özellikle Fulya üzüldü baya. "Çocuk sapasağlam geldi hasta oldu" diye düşündü sanırım. Oysa çok da sağlam gelmemiştim. Neyse sağolsun arkadaşlarım başta benim rahatsızlığımdan ötürü ve çoğumuzun da ihtiyacı olduğunu düşünerek sıcak bir çorba içmeye karar verdiler. Çıktık Rotterdam'daki Türk mahallesindeki güzel bir lokantada haftalardır özlemini çektiğimiz mercimek çorbasını içtik canınızı çektirmek gibi olmasın :) . Rotterdam'da hatrı sayılır bir Türk nüfus olduğunu da gözlemledik bu arada.

Akşam Fulya'nın gözetiminde aldığım ilaçların da etkisinden olacak güzel bir uyku çektim. Sabah daha iyiydim. Hostelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra arabanın park süresi dolmadan (pazartesi olmuştu çünkü) atladık arabımıza ve Kinderdijk adlı tatlı bir kasabaya gittik. Sakin şeker Hollanda geri gelmişti ve bu sefer yel değirmenleri de vardı! Sert rüzgara rağmen diplerine kadar gidemesek de yel değirmenlerini izledik bir süre. Gayet hoş bir yerdi. Az kaldık orada ama gerçekten şirin bir yerdi. Sonra meşhur Rotterdam Liman'ındaki bot turuna yetişmek için şehir merkezine geri döndük. Park yeri meselesi devam ediyordu çünkü cihazlara bozuk para ile değil çipli kart ile ödeme yapılıyordu bu sefer. Karta para yüklerken geçen zaman içinde turun ilk seansını kaçırdık. Diğer seansı beklerken de çarşıda takılalım dedik. Vakit geldiğinde lanet olası park sorunu yine karşımıza çıkmıştı. Bu sefer paramız vardı, kartımız vardı ama park edecek yer yoktu. Aman bir telaş bir telaş. Sonunda fındık kadar bir yere park etti kaptanımız Buğra. Sonra depar attık biletleri aldık ve limandaki bot turuna katıldık. Avrupa'nın en önemli ve en büyük limanı olunca "vay vay" diyerek izledim bir süre etrafı. Ama bir yerden sonra sıkıldım neden bilmiyorum. Fulya ve Buğra ile sohbete daldım. Düşününce iyi para verdik tura ama en azından meşhur limanı görmüş olduk, her ne kadar bunun da hakkını veremesem de.

Daha önce bulunmamama rağmen New York'u andıran bu büyük şehirden ayrılmanın zamanı gelmişti. Son durak Utrecht'ti. "Bakın orası da güzel" demişlerdi bana gelmeden önce. Kısacık bir yolculuktan sonra Utrecht'e vardık. Beklenildiği gibi daha minikti. Amsterdam'da bıraktığımız kanallar geri gelmişti sayıları az da olsa. Den Haag'ın da sakinliğini almış sanki. "Amsterdam ile Den Haag'ın çocuğu olsa Utrecht olurmuş" diye garip belki hoş olmayan ama durumu tam olarak izah eden bir yorumda bulundum kendi kendime. Şu bir gerçek ki Hollanda'nın tadına Utrecht denilen bu şehirde vardım. Yel değirmenlerine daha yakındık ve kanalların üstündeki köprülere yığılmış bisikletler dar sokaklar, eski binalar gerçekten güzel bir hava yaratmıştı. Ama en güzeli bu şehrin "Kemal Atatürk" adında bir caddeye sahip olmasıydı. Ayrıca mutlu olduk tabii bu güzelliği görünce.

Çok geç olmadan evimize (benim de evim oldu hemen :p) Gröningen'e geri döndük. Yol boyu sızmamak için çabaladım. Hepimiz çok yorgunduk. Yurda vardığımızda fırladım indim arabadan. "Nereye yahu hesaplaşıcaz para falan" dediler. Döndüm hesaplaştık. Son derece ekonomik olmuştu gezi. Hostel biraz daha ucuz olsa bir de McDonalds'ta mayonez istemesem çok daha ucuz olurmuş. İçimiz dışımız fast food oldu hiç sevmiyorum bu durumu.

Neyse efendim kazasız belasız hoş bir gezinin ardından sağlam bir uykuyu haketmiştik. Bıcı bıcıdan sonra bebekler gibi uyudum doğal olarak. Özetle Hollanda turum bu kadardı. Bir sonraki yazıda Hollanda'daki son günüm ve bu gezinin bana kazandırdıkları hakkında kısa birşeylerden bahsedeceğim :) Son bölüm olacak söz veriyorum. (Yapımcıyla 4 bölüm olarak anlaştık kardeşim ben napiim)

Kendinize iyi bakın dostlarım bir sonraki yazıda görüşmek üzere....

13 Mart 2009 Cuma

Hollanda Bölüm 2 (Amsterdam ilk raunt)

Amsterdam maceramı anlatmadan önce blogla ilgili bilgilendirme amaçlı kısa bir basın toplantısı yapayım izninizle efendim. Öncelikle blogu annem babam eniştem yani cümle alem okuyormuş yeni öğrendim. Allahtan çok fazla abuk subuk şeyler yazmamışım yahu. Ancak bu geniş okuyucu kitlesinden ötürü dikkatli olacağım diye doğallıktan ödün vermek de pek doğru olmaz sanırım değil mi? Ayrıca foto koymam konusunda istekler geldi. Fotoları facebook a koyarım sanırım. Blog a foto koyarsam görüntü baya kirlenir, bence bu boğuk hava güzel sanki. Herkesin ilgisine tekrar tekrar teşekkür ederim yazdıklarımın birileri tarafından okunuyor olduğunu bilmek cidden çok güzel bir duygu! (Kusura bakmayın duygusallığım tuttu yine :p )

Nerde kalmıştık? Amsterdam bizi son derece kapalı bir hava ile karşıladı dedik. Arabamızla park yeri arıyorduk. Kaldırımlar ne güne duruyordu? Fakat her yerde park için bilet aldığınız özel cihazlar vardı. "Mutlaka ücretsiz bir yer vardır yahu" diye çok düşündük. Çakallık yapalım dedik, bırakalım kaçalım diye düşündük ancak adamların muhakkak bir önlemi vardır diye düşünüp riske atmadık kendimizi efendi efendi merkezi bir yer bulup park ettik arabayı. Amsterdam'da kanal manzaralı güzel bir yere arabanızı park etmenin 24 saatlik bedeli 36€ efendim. Arabanın günlük kira ücretinin 40€ olduğunu hatırlayınca bize sadece "yuuuuh!" demek düştü. Bu parayı vermeden önce baya düşündük, çok içimiz gitti ama verdik. Cihaza bozuk para atıyorsunuz size biletinizi veriyor. İkişer ikişer euroları atmaya başladık. Attıkça kötü olduk, alet 10,15,20 gösteriyor. 36€ya kadar yolu var. Derken 32de takıldı cihaz. Para kabul etmiyor daha fazla. "Noluyor yav" diye söylenirken iptal edelim dedik kırmızı kolu çevirdik. Şirrriinnng diye bir ses duyduk paramızı geri verdi diye düşündük. Eli bir attık para mara yok zırrt (sesler ne güzel dimi) diye bilet geldi 8-10 saatlik miydi yalan olmasın öyle bir şey... Düşündük, taşındık bilette tarih saat yazıyor, 4€ daha atalım toplam 36€ luk iki bileti yan yana koyalım "turistiz biz sonuçta bu kadar anladık" gibi bir imaj bırakalım dedik. Ece bir kağıda derdimizi anlatan ufak bir kompozisyon yazdı ve üç kağıdı (iki bilet ve bir essay kağıdı :p ) arabanın ön cama koyup turumuza başladık. Bu park yerini bulana kadar çok rahat bir saat geçmiştir dostlar arabadan inmek için can atıyordum doğrusu.

Şehrin meydanına geldik. Nasıl diyeyim şehir meydanlarının havası valla her yerde aynı. Yani demek istediğim İzmir'in Konak'ı, Ankara'nın Kızılay'ı, İstanbul'un Taksim'i yani Amsterdam'ın da Dam Meydanı... "Yuuh ne düz adamsın be Can!" demeyin. Demek istediğim yani hepsinde her telden insan, çer çöp, bilmiyorum çok ilgimi çekmiyor. Ama şimdi hatırladım Dam Meydanı'nda turistlerin ilgisini çekmek için Batman, Superman, Darth Vader kostümleri giymiş elemanlar vardı. Para karşılığı foto falan çektiriyorlarmış. Koşup yakalarlar, tekme tokat dalarlar diye çakallık yapıp kaçaktan çektirmedim. Bakın bu renkli bir tarafıymış meydanın şimdi farkettim :) Neyse karnımız aç tabii bir yer bulup doyuralım dedik. Ardından da müze bulup içine dalalım diye düşündük.

Hollanda bisiklet diyarı demiştik. Minik Gröningen'de bir sürü bisikletli görmüştüm şimdi Amsterdam'daydık ve burası kalabalıktı her yönden. Her şeyden önce artık tramvay da işin içindeydi ve bundan önceki hayatımda yolda yürürken sadece arabalara dikkat eden bendeniz şimdi hem bisikletlilere, hep arabalara hem de tramvaya dikkat etmek zorundaydım. İnanın aptal oldum uzun bir süre. Karşıdan karşıya geçerken ne çok düşündüm anlatamam. Dalgınlığıma gelip bisiklet yoluna çıkıyordum oradan yürüyordum bazen. Köyden indim şehire misali komikti hakikaten. Yürüdük, kanalların önünde fotolar çektik (söz basına da vereceğim ) ardından meşhur Van Gogh Müzesi'ne girelim dedik. 19. yy da yaşamış bu sıradışı ressamın tablolarını ve diğer bir çok sanatçının da birçok resim ve çizimlerini içeren bu müzenin girişine 15€ gibi iyi bir fiyat ödedik. Ama ünlü bir müzeydi ve feda olsundu. Sonlara doğru çok yorgun olduğumu hissettim ve artık hiçbir şey okumadan "hmmm evet güzel, hömm ilginç" diye diye bitirmeye çalıştım 3 katlı bu koca müzeyi. Pek hakkını veremedim ama yine de elimden geleni yaptım ya:)

Müzede iki saatten fazla kaldıktan sonra, hava kararmıştı ve oturacak bir yer aramaya başladık. Derken bir tabela gördük. Amanın o da ne? Abilerimizin ablalarımızın t-shirt lerinden bildiğimiz meşhur mu meşhur "Hard Rock Cafe" nin Amsterdam şubesi vardı civarlarda. Hemen gidelim, çökelim dedik. Mekanın önüne geldiğimizde, Fulya, Buğra ve ben üçün ikili ve tekli tüm kombinasyonlarını deneyerek, en cici pozlarımızı vererek arkamıza da Hard Rock Cafe yazısını alarak fotoları çektirdik. Keşke önce mekana girseymişiz. Oldukça kalabalıktı ve oturacak yer yoktu ve bizim gerçekten oturmaya ihtiyacımız vardı (başka bir yer bulana kadar bir saatten fazla yürüyeceğimizi bilmiyorduk tabii o an). Lenny Kravitz'in imzalı gitarını görebildim sadece çok gezemedik içini. Ama havasını aldık en azından. Derken çıktık yürü Allah yürü koskoca şehirde uygun yer bulamadık bir süre. Sonra bir şekilde karnımız doyurduk ufak tefek bir şeyler atıştırıp. Fakat dikkatimi çeken şey cumartesi akşamı Amsterdam'da beklediğim canlılık yoktu. İnsanlar nerdeydi? Dün Gröningen'de mekanlardan kaçmışlardı bugün de Amsterdam'ı terk etmişlerdi sanki ben geldim diye.

Sonra bir caddeye saptık. "Burası neresi?" diye sordum. "Red Light District" dediler. Amsterdam'ın genelevler ve sex shopları ile ünlü yerine gelmiştik. İşte insanlar burdaydı. Çok ilginçti dostlar ya. Kadın erkek genç yaşlı, küçük büyük ihtiyar herkes bu caddedeydi ve etrafta bildiğimiz sıradan çarşı pazar atmosferi vardı yani. Sadece farklı olarak vitrinlerde müşteri bekleyen hanımlar ve ileride kesinlikle kullanmamayı düşündüğüm eşyaları satan dükkanlar vardı. İşin garibi böyle bir ortama içinde iki kız arkadaşımızın bulunduğu bir grupla girmiş olmam. Acaba aynı soğukkanlılığı tamamen erkek dolu bir grup içinde gösterir miydim emin değilim. Gösterirdim ama herhalde :) Red Light'ın çok kısa bir bölümünü gördükten sonra adam akıllı oturup bir şeyler içebileceğimiz bir bar aradık. Sanırım yanlış yerlerde taklıyorduk. Çünkü Amsterdam'ın gece hayatını çok övmüşlerdi. Kendimize uygun bir bar bulmak bu kadar da zor olmamalıydı. Sonra bir yer bulduk ve çöktük. Şeker bir yerdi. Barın işletmecisi şüphelerimi haklı çıkardı ve yanımıza gelip Türkçe olarak "Burda Türkçe konuşmak yasak ehehehe" dedi. Biz "aaa siz de mi Türksünüz" falan dedik. Sonra bize "sizin için Türkçe parça çalacağım" dedi. Birkaç dakika sonra Tarkan'dan Şımarık duyuldu "dınını dınınını" diyerek. Mekan koptu tabii. Bu şarkı cidden iyi ya. "Amsterdam sing for meee" diye haykırasım geldi ki bu laf son bir ayda favori deyişim oldu yeni bir şehire geldiğim zaman hep bu sözü söyleyesim geliyor çok gaz be:)

Mekan sahipleri ile vedalaşıp ayrıldıktan sonra "napıyoruz" dedik. Uykumuz gelmişti ve ben dahil kimsenin hostel arayacak, ayarlayacak mecali yoktu. Zaten arabanın parkına 36€ vermiştik. Bari bu değerli park yerini değerlendirelim dedik ve 5 kişi arabada uyumaya karar verdik. "Noldu bir önceki blog da mızmız ediyordun ne dengesiz adamsın" dediğinizi duyar gibiyim. Ama değişik bir heyecan olacaktı ya öyle demeyin. Süper bir gece olmadı tabii. 2 saat aralıklarla uyanıp durdum. Arada şöför koltuğunda olan Buğra'yı uyandırıp klimayı açtırıp ısınıyorduk. Ben iki gündür garip garip öksürüyordum. Arabada yatmam öksürüklerimi kesinlikle arttırmadı ama takır takır öksürmem çok rahatsız etti beni gece boyunca. Milleti uyutamadım diye çok gerildim. Sabaha karşı bir de tuvalet ihtiyacı bastırınca arabadan ayrılma vaktim geldi. Pazar sabahın altısında yağmurlu havanın altında fellik fellik tuvalet aradım caddede. Sonuçta yolda yapılcak cinsten değildi bu ve hakikaten bu durum canımı çok sıkmıştı. Doğal olarak hiçbir yer bulamadım. Çok üzgün ve bir o kadar da kızgın bir şekilde arabaya döndüm. En üzüldüğüm nokta bu meşhur kent hafızamda sabah sabah tuvalet aradığım yer olarak kalacaktı. Bu nedenle Amsterdam'a bir daha mutlaka geleceğim ve bu imajı sileceğim :) İlk raunt olarak kabul ettim bunu. Arabada uyumanın tek dezavantajı bence sabah kalktığınızda tuvalet bulamamanız başka bir şey değil. Neyse güneş doğmuştu, kaptanımız Buğra uyanmıştı ve iyice azıtan yağmur eşliğinde Amsterdam'ı terk edebilirdik artık. Yolda giderken ara ara uyudum. Kızlar ise çoktan sızmışlardı ve çok derin bir uykudalardı. Arada gözümü açtığımda Buğranın arabayı sağa çekip fotoğraf çektiğini hatırlıyorum hayal meyal. Enerjisi ve hevesi gerçekten takdire şayandı bu adamın. Hatta bir ara üzüldüm çok yanlız kaldı diye. Birkan da yardımcı pilotluk yapıyordu ön koltukta. Haritaya bakıp sapmamız gereken yolları söylüyordu. Ben de ayıp olmasın, üçüncü erkek olarak boş durmayayım diye düşünüp uykumdan ara ara uyanıp "evet A44 yoluna sapalım bence de" gibi sembolik yorumlar yaptım. Sonunda yavaş yavaş açan güneş eşliğinde Pazar sabahın erken saatinde Hollanda'daki üçüncü kentimiz Den Haag'a geldik sessizce.

Evet dostlarım bir günlük Amsterdam gezimiz bu şekildeydi. Gelecek bölümlerde kalan 3 şehirden bahsederim diye düşünüyorum. Yine yorgunluk belirtileri başladı bünyemde. Şimdilik kendinize iyi bakın gelecek bölümde görüşmek üzere....

11 Mart 2009 Çarşamba

Hollanda Bölüm 1 (Gezi Planları ve Başlangıç)

Tekrar merhaba! Uzun sayılabilecek bir aradan sonra tekrar beraberiz. Merakta bırakmamışımdır umarım sizleri :)

Evet efendim Finlandiya'da sıkı bir haftayı geride bıraktıktan sonra beklenen gün geldi 6 Mart sabahı Hollanda'nın yolunu tuttum. Sabahın köründe çıktım odadan vardım havaalanına. Ryanair adlı ucuz biletleri ile ünlü uçuş şirketiyle ilk randevum olacaktı bu yolculuk ayrıca. Fındık kadar Tampere havaalanında bu babaların ayrı bir terminali varmış. Nerde acaba falan filan diye sorarken Mijad adında şeker bir Alman kardeşle tanıştık. Uçağım Bremen'e gidiyordu, o da aile, kız arkadaş görmeye memleketine dönüyordu. Sohbet muhabbet derken uçağa bindik ve ucuz biletlerin kaynağını yavaş yavaş öğrendim. Arkaya yatmayan koltuklar, artık son derece yaygın olan ücret karşılığı yiyecek içecek ve en komiği inişe doğru yolcuların elinden tek tek toplanan dergiler... Çok iyi bir yolculuk geçirmedim açıkçası uykusuzdum çünkü. Ayrıca uçağa binmeden önce güvenliğin dayatmasıyla çöpe atmak zorunda kaldığım, Finlandiya'ya geldğimden beri kullandığım plastik su şişeme ve diğer güvenliğin "sıvı var bunda" diyerek zönk diye çöpe attığı deodorantıma kafayı takmıştım yol boyu. Daha kibarca atabilirlerdi en azından ya. Aman neyse Bremen'e indik Mijad'ın valizini bekledik. Hemen gözüme meşhur Bremen Mızıkacıları'nın biblosu çarptı gittim çektim fotolarını. Gröningen'e giden otobüsümü tehlikeye atmamak için Bremen'i gezemeyecektim, havaalanında takılacaktım. Mijad ile vedalaştık ve ben havaalanını keşfetmeye başladım. Farklı birşey bulamadım ama "en azından Almanya'dayım yahu kısmet bugüneymiş" diye düşüne düşüne kendimi gaza getirmeye çalıştım. İki saat havaalanında yapayalnız takıldım birşeyler atıştırdım. Şehir merkezine gidebilirdim aslında ama ne bileyim otobüsü kaçırırım diye korktum bir yukarı bir aşağı dolandım. Derken otobüs durağına geldim. Otobüs Bremen'den Hollanda'nın öğrenci memleketi Gröningen'e gidiyordu ve bayan bir şöför indi valizleri olanalara yardım etti, bindik hemen hareket ettik. Otobüsteki herkes gençti ve sanki kadın bizi okuldan almış gibiydi öyle bir hisse büründüm yani. "Lise sonum lan ben" dedim ve geçtim otobüsün en arka koltuğunun bir önüne :) Çok geçmeden Kavak Yelleri tadında iki genç İspanyol çift benim arkama geçti ve başladılar muabbete. Bu böyle olmaz dedim taktım kulaklığımı uyumaya çalıştım, olmadı başaramadım. "Bari etrafı izleyeyim" dedim Almanya'yı az da olsa bu şekilde göreyim yani. Hava yine kapalıydı şansıma ve yağmurluydu. Ama sıcaklık sıfırın üstündeydi ve bu bana yeterdi. Ardından cebim titredi ve "Hollanda'ya hoşgeldiniz" mesajını aldım. Bir günde üç farklı ülkenin topraklarına ayak basmanın mutluluğuyla bu mesajı da saklamaya karar verdim. Bu hoşgeldin mesajlarının koleksiyonunu yapmak istiyorum telefonum hafızası müsade ederse. Çok gaz ya. Şu ana kadar Letonya, Finlandiya, Estonya, Almanya ve Hollanda'yı topladım. Heves işte :)

Efendim Gröningen'e girdik ve artık inmek istiyordum. Hakikaten sıkılmıştım çünkü yolculuktan. Kırmızı ışıklarda çok bekledik daha çok gerildim. Sonunda durağa geldik ve attım kendimi dışarı. Beni davet eden çok değerli insan Fulya tarafından karşılandım. Türkiye'de hep sarfettiğimiz "Avrupa'da görüşürüz" sözlerinin boş laf olmadığını anlamanın mutluluğuyla yurda gittik. Ben de yurtta kalacaktım o yüzden yurdumuz da diyebiliriz. Yolda daha sonra Hollanda gezimizin baş kahramanı olacak Buğra ile tanıştık. Üçümüz çiseleyen yağmur altında, ben de etrafa "vay vay güzelmiş buralar biz de hala kar var valla biliyor musunuz?" diye söylene söylene yurda geldik. Birşeyler atıştırdık beraber ardından gezinin diğer kahramanı Ece ile tanıştık. Ece ile Buğra Ege'de okudukları için başladık İzmir muhabbetine. Buğra bir de Malatyalı çıkınca 1990-96 yıllarına döndüm ve Malatya hakkında aklımda kalan her şeyden muhabbet açtım. Konuştukça da hafızama hayret etmedim değil doğrusu.

Sonra dördümüz oturduk ve haftasonundaki gezi planı hakkında konuştuk. Ben sonuçta yeniydim ve her şey bana uyardı ama barınma şakaya gelmezdi. Araba kiralamanın Hollanda'da en ekonomik yöntem olduğunu düşündük ve Buğra "olmadı arabada uyuruz" gibi gaz bir teklifte bulundu. Dedim ya ben yeniydim diye. "Yeaaani tabii olabilir belki" gibi aslında gerçek anlamı "yapmasak ne de güzel olur değil mi?" olan bir tepki verdim. Kimse kesin bir tepki vermiyordu ve bu da haftasonunun gerçekten maceralı geçeceği anlamına geliyordu çünkü ortada belirgin hiçbir plan yoktu. Geziye beşinci bir eleman daha katmanın ekonomik yönden daha avantajlı olacağını hatta bir de yabancı olursa Erasmus'u daha bir yakından hissederiz diye düşündük. Fulya'ların çok sevdiği gerçekten de şeker ve çok kibar Çek kardeş Yana ile irtibta geçildi. Kızcağız başka bir geziye zaten kaydolmak üzereymiş. Üzülürek bize katılamayacağını söyledi, sağlık olsun dedik. Neyse bulunur, hallolur, yapılır düşüncesiyle akşam dışarı çıktık. Yine Ege'de okuyan Ömer adlı başka bir arkadaşın doğum günüymüş ona gittik. Mekanda son derece geniş bir uluslararası çevre vardı. Anlaşılan herkes benim gibi sırf Türklerden kurulu bir çevre kurmamıştı. Yani yabancı arkadaşlarım var elbet ama Türkler kafa dengiyse ben ne yapayım yani dimi? Efendim orada da insanlarla tanıştım ettim. Hatta Finli iki genç vardı resmen adamlarla memleket muabbeti yaptım. Altı haftada nasıl sahiplendiysem memleketi artık öyle bir gaz yani.

Doğum gününden çıktık ve beni Gröningen gece hayatıyla tanıştırmak adına ortamlara akalım dedik. Bu memleketin en orjinal tarafı belki de insan sayısından çok bisiklet olmasıydı (anladınız siz :) ). Zaten her caddede ayrı bir bisiklet yolu vardı ve müthişti. Merkeze bisikletle gitmenin mantıklı olacağını söylediler ve ben de atladım Buğra'nın arkasına yapıştım adamın beline koala gibi gittik merkeze. 15 dakika sürdü yolculuk gayet de zevkliydi ehehe. Ancak mekanlara girdiğimizde gördük ki benim ayağım buraya hiç de uğurlu gelmemişti. En kalabalık mekan bile sinek avlıyordu. İnsanlar hayret ediyordu bense "şaşırmayın bu benim en önemli özelliğim" diyordum. Gece yurda döndük birkaç sembolik hostel araştırması yaptık nerede kalacağımız konusunda. Bazıları pahallıydı bazılarında ise yer yoktu. Bulunur, hallolur, yapılır dedik ve uyumaya karar verdik.

Cumartesi sabahı Fulya ile Buğra arabayı almaya gittiler. Döndüklerinde Buğra "çok şanslısın, çok geniş, çok kaliteli ve çok ekonomik bir araba verdiler" dedi. Araba genişse bu içinde yatabiliriz demekti. Ben bu ihtimali kurcalamak istemiyordum açıkçası. Sonra Ece geldi ve beşinci kişiyi bulduğunu söyledi. Yine önceki gece yurt dönüşünde tanıştğım Birkan da beşinci kahraman olarak bize katıldı. Çıkıyor muyuz dedik, çıkıyoruz dedik ve VW TOURAN marka geniş otomobilimize atlayıp Amsterdam'ın yolunu tuttuk. Hava acaip güneşliydi ve çok mutluydum. Herkes "Can bak senin şansına hava ne güzel, güneşi getirdin bize" dedi ama ben "nolur kesin karar vermeyin, ben kara bir kediyim sonra arabadan atmak zorunda kalmayın" dedim. Gülüştük tabii.

Amsterdam'a girdiğimizde güneş gitmiş hava bulutlarla kapanmıştı. Gülüşmeler de kesilmişti sanki. Neyse efendim sonunda meşhur mu meşhur Amsterdam'a girmiştik. Arabamızla turluyorduk da turluyorduk napalım ne edelim diye. Ama önce arabamızı park etmemiz gerekiyordu ve bu o kadar da kolay olmayacaktı.

Dostlarım ayrıntılarla çok bağmadım umarım sizi. Ama reyting kaygılarından ve uykumun gelmesinden ötürü bu Hollanda gezisini bölümler halinde dizi olarak sunmaya karar verdim. Bir sonraki bölümde Amsterdam'dan falan bahsederim çok büyük ihtimal belki de bashetmem ne bileyim kararsız kaldım şimdi.

İkinci bölümde görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın!

2 Mart 2009 Pazartesi

Geçen Haftanın Görünümü (Asistan, müze, konser, parola unutma ve güneşe özlem...)

Efendim gün geçmiyor ki sıradan bir haftayı geride bırakalım gül gibi yaşayalım ama gelin görün ki her zaman size anlatacak birşeyler buluyorum napalım.

Geçen hafta ders çalışmayı denedim olmadı, başaramadım. Computer Architecture diye hoş bir ders var onun soru çözümü saatleri oluyor ve gelmeden önce bir soruyu evde çözmeniz asistana göstermeniz gerekiyor ekstra puan almak için. Her hafta bu tip aktiviteler olduğundan Yaşar ile oturup kasıyoruz bir şeyler. Malesef henüz tam puan alamadık, adam hep yarım puan veriyor hayırlısı. Yani bir tek ikimizin yarım puan alması koyuyor bana yoksa sorun değil:) Asistandan bahsedeyim kısaca. Kendisini ilk ders öğrenci sandım önce dazlak kafa ve örgü sakalı görünce "yahu ne imajlar var yeryüzünde" dedim. Sonra çıktı "asistanım ben bundan böyle her hafta birlikteyiz inşallah" dedi. Şaşırdım. Adam yarım puan veriyor ama kötü kalpli değil bence. Ancak çenesinden sarkan incecik ve upuzun örgü sakal adam konuştuğunda bir ileri bir geri sallanıyor ya acaip dikkatim dağılıyor. Bir de önemli özelliği bu abinin sınıfta ayakkabı giymemesi ve çorapla dolaşması. Sakal olabilir de bu çorap olayı hakikaten çok çok orjinal. Adamın evine misafirliğe gelmişiz gibi bir his oluyor yani derslerde baya ilginç.

Neyse efendim geçen hafta salı günü Technology Management adlı güzel dersimizin hem şeker hem de Türk :) hocası tarafından düzenlenen müze gezisine katıldık. Tampere'de en eski ve en önemli tekstil fabrikası olan ve şimdi müze olarak ziyaretçilere kapısını açan Finlayson adlı müzeydi bu. Yine resmi bir doğruluğu olmayan ama yanlış anlamadıysam aklımda kalan bilgileri paylaşayım bu müzeyle ilgili olarak. Efendim İskoç bir beyefendi olan Bay Finlayson (Soyad sanırım tesadüf Finlandiya ile bir ilgisi yok) 19. yy da Rusya'ya o dönemki başkent St.Petersburg'a gelmiş. Şöyle kafama uygun kendi üretim tekniklerimi uygulayabileceğim bir tekstil fabrikası kurayım nereye kurayım diye düşünürken o dönem Rusya'ya bağlı olan Finlandiya'nın en cici kenti Tampere'yi kendine uygun bulmuş ve fabrikayı kurmuş. Çarlık Rusyası'nın yıklışına, Finlandiya'nın bağımsızlığına ve Sovyetler dönemine tanıklık edecek bir fabrika olmuş Finlayson. Sıradan bir fabrika değil elbette çok sayıda işçiyi ve organizasyonu altında barındıran kocaman bir proje olmuş artık zamanla. Ayrıca Finlandiya ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde çok büyük rol oynamış bu proje. Zaten müzede ilgimi makinelerden daha çok o dönemki Fin-Sovyet ilişkilerini gösteren bölüm çekti. Sürekli bir ithalat ihracat ve bunun yanında daha çok kaynaşmak için yapılan ulusal buz hokeyi maçları... Buraya dikkat çünkü garip sonuçlar var hokey maçları ile ilgili. Efendim yüz küsur maç oynanmış, Finlandiya altısını kazanmış, on kadarı berabere bitmiş ve kalanında da Sovyetler çok afedersiniz koymuş geçirmiş. Valla Sovyetler zorla maç teklifinde bulunmuşlar gibi geldi bana yoksa Finlandiya manyak mı yahu sürekli yenilsin bi daha bi daha oynasın. Neyse aklımda yine maç kalmış bünye işte naparsın ekonomi, uluslararası ilişki falan basmıyor kafa :) Ama aklımda kalan bir iki şey daha var müzeyle ilgili.

Fabrikadaki bloklardan bir tanesinin ismi Plevna. Diğer bloklara da Rus tarihi veya kültürleri ile ilgili anlamlı isimler vermeye çalışmışlar ama aklımda Plevna kaldı. Çünkü bu ismin esin kaynağı 93 harbi olarak bilinen meşhur Osmanlı - Rus Savaşları içindeki Plevne Savaşı'ndan başka bir şey değil. Benim ilgimi çekti belki sizin de çeker. Rehber kadın ben uyumak üzereyken "Russian, Ottoman, Turkey" falan dediğinde fark ettim birşeyler olduğunu dinledim sonra biraz :) Ayrıca son bir ilginç ve komik bir not... Fabrikadaki makinelerin tüm enerjisini sağlayan "steam engine" denilen buhar gücüyle çalışan kocaman buhar motorlarının bulunduğu bölüm de etkileyiciydi hakikaten. Bay Finlayson, bölümde bulunan iki buhar motoruna da iki karısının isimlerini vermiş. Akıllarda soru kaldı tabii adam artık hanımlarını onore mi etmek istemiş yoksa içinde kalan bazı mesajları bu yolla mı vermek istemiş diye :) Motor yahu bildiğin motor ehehe.

Ya işte böyle hep partilere gitmiyoruz müze de geziyoruz yani :) Hatta ertesi gün de arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine yorgun olmama rağmen 3 grubun sırasıyla canlı çalacağı bir mekana gittik. Ben ikinci gruba yetiştim ve ömrümde böyle sakin böyle tatlı bir müzik görmedim. Akustik gitar, keman ve hoş bir vokal ile (bas davul falan da var tabii) kendimi romantik gençlik filmlerinde terk edilmiş adam gibi hissettim. Yine şeklimi yaptım yani ehehe:) Gerçekten iyiydi ama müzik yani başka bir diyara gittik hakikaten. Ardından üçüncü grup çıktı. Bir gitar ve bir davuldan oluşan bir blues gubuydu kendileri. Gayet eğlendik coştuk ama blues sevenler anlayanlar daha çok eğlendiler muhakkak kendilerinden geçtiler yani. Sonra uzun bir süre doğaçlama takıldı adamlar özellikle gitarist abi baya suyunu çıkardı gitara vuruyor pıt pıt ses çıkartıyor. Sanırım blues dinlemek için daha vaktim var diye düşündüm konser biter bitmez otobüse atlayıp odama kaçtım.

Gelelim haftalık sakarlık ve rezillik köşemize:) Normal bir hafta gibi geldi size değil mi? Cıkk... Olay benim şaşkınlığımdan kaynaklı bir parola unutma vakası. Efendim Kıbrıs'tan buraya beraber geldiğim çok sevgili arkadaşım Yaşar ile benim okuldan aldığımız tüm Erasmus hibeleri Ziraat Bankası'ndaki hesapta huzurlu bir şekilde yatmaktaydı. Yaşar ın bankaya verdiği telefon burada çekmediği için internet bankacılığında güvenlik için cep telefonuna gelen onay kodunu göremiyor Bu nedenle kendisi parasını benim hesabıma yatırıp yatıramayacağını sordu. Onun gibi iyi kalpli bir insanı kıracağıma kafamı kırmalıyım diye düşünüp "ne demek yahu" dedim. Adam tüm parasını benim hesabıma yatırmış. Biz de oradaki paramızı internet yoluyla Finlandiya'daki hesabımıza aktaralım diye düşündük. Girdik Ziraat'in sitesine. Şifre tamam. Parola? Giriyorum kabul etmiyor. "Alemin19kralı03beşiktaş" diyorum olmuyor. "Canbaba1988canımbaba" diyorum olmuyor ki bunlar baya iyi şifreymiş hakikaten yazarken şimdi aklıma geldi :) Allah'ım nasıl olur diyorum falan... Gir gir zönk bloke oldu tabii sistem haklı olarak. Ne var yahu dedim bankayı arayayım parolamı alayım. Cıkkk:) Kendileri muhakkak şubeye gelmemi, başka bir yol olmadığını söylediler. Yurtdışında olanların elçilik yoluyla vekalet verebileceğini söylediler. Yani kendi param olsam neyse de Yaşar'ımın parası da hapsoldu benim yüzümden ya :( Erasmusu ayarlayan o (gerçi ilk gazı veren çok sevgili canım ilkokul ve lise arkadaşım Merve idi ama olsun), akşam yemeklerimi yapan, beni doyuran o... Dedim "Yaşar abi bak beni kes kurtul benden sana bir hayır yok". "Nasıl abi anlayamadım?" dedi. "Bildiğin böyle boğazımdan kes valla sevap" dedim. "Saçmalama abi nolucak" dedi ve hayatımı bağışladı. Off ya heyecan arıyordum buldum iyi oldu hakettim ben. Şimdi git elçiliğe uğraş dilekçe falan amaan. Neyse işte maceralara devam yani.

Hemen de mart olmuş. Dün bir ay içinde ikinci kez güneşi gördüm koştum odadan çıktım çıplak gözle böööle baktım güneşe. Karlar falan gündüzleri hep aydınlık ama güneş bir başka ya. Bu satırları okuduğunuz yerde varsa güneş nolur kıymetini bilin. Güneşi görünce hava da manyak sıcaktır dedim eldiveni giymedim. Odama döndüğümde parmaklarımı oynatamıyordum ya.

Evet çenemiz düşmüş yine yazmış da yazmışız. Şimdi aklıma geldi önemsiz bir şey gerçi ama ben bu cuma Hollanda'ya gideceğim çok değerli bir arkadaşımın daveti üzerine :) Havam batsın geziyorum, param da batıyor bu arada tabii ama dikkatli olacağız bakalım.

Dostlarım zamanınızı ayırıp okuyorsunuz size teşekkür ederim gerçekten. Kendinize çok iyi bakın işinizde derslerinizde her ne yapıyorsanız artık hepsinde başarılar hepinize. Bir sonraki yazıda ve macerada görüşmek dileğiyle moi moi (fince konuştum dikkat ehehe)...