Amsterdam maceramı anlatmadan önce blogla ilgili bilgilendirme amaçlı kısa bir basın toplantısı yapayım izninizle efendim. Öncelikle blogu annem babam eniştem yani cümle alem okuyormuş yeni öğrendim. Allahtan çok fazla abuk subuk şeyler yazmamışım yahu. Ancak bu geniş okuyucu kitlesinden ötürü dikkatli olacağım diye doğallıktan ödün vermek de pek doğru olmaz sanırım değil mi? Ayrıca foto koymam konusunda istekler geldi. Fotoları facebook a koyarım sanırım. Blog a foto koyarsam görüntü baya kirlenir, bence bu boğuk hava güzel sanki. Herkesin ilgisine tekrar tekrar teşekkür ederim yazdıklarımın birileri tarafından okunuyor olduğunu bilmek cidden çok güzel bir duygu! (Kusura bakmayın duygusallığım tuttu yine :p )
Nerde kalmıştık? Amsterdam bizi son derece kapalı bir hava ile karşıladı dedik. Arabamızla park yeri arıyorduk. Kaldırımlar ne güne duruyordu? Fakat her yerde park için bilet aldığınız özel cihazlar vardı. "Mutlaka ücretsiz bir yer vardır yahu" diye çok düşündük. Çakallık yapalım dedik, bırakalım kaçalım diye düşündük ancak adamların muhakkak bir önlemi vardır diye düşünüp riske atmadık kendimizi efendi efendi merkezi bir yer bulup park ettik arabayı. Amsterdam'da kanal manzaralı güzel bir yere arabanızı park etmenin 24 saatlik bedeli 36€ efendim. Arabanın günlük kira ücretinin 40€ olduğunu hatırlayınca bize sadece "yuuuuh!" demek düştü. Bu parayı vermeden önce baya düşündük, çok içimiz gitti ama verdik. Cihaza bozuk para atıyorsunuz size biletinizi veriyor. İkişer ikişer euroları atmaya başladık. Attıkça kötü olduk, alet 10,15,20 gösteriyor. 36€ya kadar yolu var. Derken 32de takıldı cihaz. Para kabul etmiyor daha fazla. "Noluyor yav" diye söylenirken iptal edelim dedik kırmızı kolu çevirdik. Şirrriinnng diye bir ses duyduk paramızı geri verdi diye düşündük. Eli bir attık para mara yok zırrt (sesler ne güzel dimi) diye bilet geldi 8-10 saatlik miydi yalan olmasın öyle bir şey... Düşündük, taşındık bilette tarih saat yazıyor, 4€ daha atalım toplam 36€ luk iki bileti yan yana koyalım "turistiz biz sonuçta bu kadar anladık" gibi bir imaj bırakalım dedik. Ece bir kağıda derdimizi anlatan ufak bir kompozisyon yazdı ve üç kağıdı (iki bilet ve bir essay kağıdı :p ) arabanın ön cama koyup turumuza başladık. Bu park yerini bulana kadar çok rahat bir saat geçmiştir dostlar arabadan inmek için can atıyordum doğrusu.
Şehrin meydanına geldik. Nasıl diyeyim şehir meydanlarının havası valla her yerde aynı. Yani demek istediğim İzmir'in Konak'ı, Ankara'nın Kızılay'ı, İstanbul'un Taksim'i yani Amsterdam'ın da Dam Meydanı... "Yuuh ne düz adamsın be Can!" demeyin. Demek istediğim yani hepsinde her telden insan, çer çöp, bilmiyorum çok ilgimi çekmiyor. Ama şimdi hatırladım Dam Meydanı'nda turistlerin ilgisini çekmek için Batman, Superman, Darth Vader kostümleri giymiş elemanlar vardı. Para karşılığı foto falan çektiriyorlarmış. Koşup yakalarlar, tekme tokat dalarlar diye çakallık yapıp kaçaktan çektirmedim. Bakın bu renkli bir tarafıymış meydanın şimdi farkettim :) Neyse karnımız aç tabii bir yer bulup doyuralım dedik. Ardından da müze bulup içine dalalım diye düşündük.
Hollanda bisiklet diyarı demiştik. Minik Gröningen'de bir sürü bisikletli görmüştüm şimdi Amsterdam'daydık ve burası kalabalıktı her yönden. Her şeyden önce artık tramvay da işin içindeydi ve bundan önceki hayatımda yolda yürürken sadece arabalara dikkat eden bendeniz şimdi hem bisikletlilere, hep arabalara hem de tramvaya dikkat etmek zorundaydım. İnanın aptal oldum uzun bir süre. Karşıdan karşıya geçerken ne çok düşündüm anlatamam. Dalgınlığıma gelip bisiklet yoluna çıkıyordum oradan yürüyordum bazen. Köyden indim şehire misali komikti hakikaten. Yürüdük, kanalların önünde fotolar çektik (söz basına da vereceğim ) ardından meşhur Van Gogh Müzesi'ne girelim dedik. 19. yy da yaşamış bu sıradışı ressamın tablolarını ve diğer bir çok sanatçının da birçok resim ve çizimlerini içeren bu müzenin girişine 15€ gibi iyi bir fiyat ödedik. Ama ünlü bir müzeydi ve feda olsundu. Sonlara doğru çok yorgun olduğumu hissettim ve artık hiçbir şey okumadan "hmmm evet güzel, hömm ilginç" diye diye bitirmeye çalıştım 3 katlı bu koca müzeyi. Pek hakkını veremedim ama yine de elimden geleni yaptım ya:)
Müzede iki saatten fazla kaldıktan sonra, hava kararmıştı ve oturacak bir yer aramaya başladık. Derken bir tabela gördük. Amanın o da ne? Abilerimizin ablalarımızın t-shirt lerinden bildiğimiz meşhur mu meşhur "Hard Rock Cafe" nin Amsterdam şubesi vardı civarlarda. Hemen gidelim, çökelim dedik. Mekanın önüne geldiğimizde, Fulya, Buğra ve ben üçün ikili ve tekli tüm kombinasyonlarını deneyerek, en cici pozlarımızı vererek arkamıza da Hard Rock Cafe yazısını alarak fotoları çektirdik. Keşke önce mekana girseymişiz. Oldukça kalabalıktı ve oturacak yer yoktu ve bizim gerçekten oturmaya ihtiyacımız vardı (başka bir yer bulana kadar bir saatten fazla yürüyeceğimizi bilmiyorduk tabii o an). Lenny Kravitz'in imzalı gitarını görebildim sadece çok gezemedik içini. Ama havasını aldık en azından. Derken çıktık yürü Allah yürü koskoca şehirde uygun yer bulamadık bir süre. Sonra bir şekilde karnımız doyurduk ufak tefek bir şeyler atıştırıp. Fakat dikkatimi çeken şey cumartesi akşamı Amsterdam'da beklediğim canlılık yoktu. İnsanlar nerdeydi? Dün Gröningen'de mekanlardan kaçmışlardı bugün de Amsterdam'ı terk etmişlerdi sanki ben geldim diye.
Sonra bir caddeye saptık. "Burası neresi?" diye sordum. "Red Light District" dediler. Amsterdam'ın genelevler ve sex shopları ile ünlü yerine gelmiştik. İşte insanlar burdaydı. Çok ilginçti dostlar ya. Kadın erkek genç yaşlı, küçük büyük ihtiyar herkes bu caddedeydi ve etrafta bildiğimiz sıradan çarşı pazar atmosferi vardı yani. Sadece farklı olarak vitrinlerde müşteri bekleyen hanımlar ve ileride kesinlikle kullanmamayı düşündüğüm eşyaları satan dükkanlar vardı. İşin garibi böyle bir ortama içinde iki kız arkadaşımızın bulunduğu bir grupla girmiş olmam. Acaba aynı soğukkanlılığı tamamen erkek dolu bir grup içinde gösterir miydim emin değilim. Gösterirdim ama herhalde :) Red Light'ın çok kısa bir bölümünü gördükten sonra adam akıllı oturup bir şeyler içebileceğimiz bir bar aradık. Sanırım yanlış yerlerde taklıyorduk. Çünkü Amsterdam'ın gece hayatını çok övmüşlerdi. Kendimize uygun bir bar bulmak bu kadar da zor olmamalıydı. Sonra bir yer bulduk ve çöktük. Şeker bir yerdi. Barın işletmecisi şüphelerimi haklı çıkardı ve yanımıza gelip Türkçe olarak "Burda Türkçe konuşmak yasak ehehehe" dedi. Biz "aaa siz de mi Türksünüz" falan dedik. Sonra bize "sizin için Türkçe parça çalacağım" dedi. Birkaç dakika sonra Tarkan'dan Şımarık duyuldu "dınını dınınını" diyerek. Mekan koptu tabii. Bu şarkı cidden iyi ya. "Amsterdam sing for meee" diye haykırasım geldi ki bu laf son bir ayda favori deyişim oldu yeni bir şehire geldiğim zaman hep bu sözü söyleyesim geliyor çok gaz be:)
Mekan sahipleri ile vedalaşıp ayrıldıktan sonra "napıyoruz" dedik. Uykumuz gelmişti ve ben dahil kimsenin hostel arayacak, ayarlayacak mecali yoktu. Zaten arabanın parkına 36€ vermiştik. Bari bu değerli park yerini değerlendirelim dedik ve 5 kişi arabada uyumaya karar verdik. "Noldu bir önceki blog da mızmız ediyordun ne dengesiz adamsın" dediğinizi duyar gibiyim. Ama değişik bir heyecan olacaktı ya öyle demeyin. Süper bir gece olmadı tabii. 2 saat aralıklarla uyanıp durdum. Arada şöför koltuğunda olan Buğra'yı uyandırıp klimayı açtırıp ısınıyorduk. Ben iki gündür garip garip öksürüyordum. Arabada yatmam öksürüklerimi kesinlikle arttırmadı ama takır takır öksürmem çok rahatsız etti beni gece boyunca. Milleti uyutamadım diye çok gerildim. Sabaha karşı bir de tuvalet ihtiyacı bastırınca arabadan ayrılma vaktim geldi. Pazar sabahın altısında yağmurlu havanın altında fellik fellik tuvalet aradım caddede. Sonuçta yolda yapılcak cinsten değildi bu ve hakikaten bu durum canımı çok sıkmıştı. Doğal olarak hiçbir yer bulamadım. Çok üzgün ve bir o kadar da kızgın bir şekilde arabaya döndüm. En üzüldüğüm nokta bu meşhur kent hafızamda sabah sabah tuvalet aradığım yer olarak kalacaktı. Bu nedenle Amsterdam'a bir daha mutlaka geleceğim ve bu imajı sileceğim :) İlk raunt olarak kabul ettim bunu. Arabada uyumanın tek dezavantajı bence sabah kalktığınızda tuvalet bulamamanız başka bir şey değil. Neyse güneş doğmuştu, kaptanımız Buğra uyanmıştı ve iyice azıtan yağmur eşliğinde Amsterdam'ı terk edebilirdik artık. Yolda giderken ara ara uyudum. Kızlar ise çoktan sızmışlardı ve çok derin bir uykudalardı. Arada gözümü açtığımda Buğranın arabayı sağa çekip fotoğraf çektiğini hatırlıyorum hayal meyal. Enerjisi ve hevesi gerçekten takdire şayandı bu adamın. Hatta bir ara üzüldüm çok yanlız kaldı diye. Birkan da yardımcı pilotluk yapıyordu ön koltukta. Haritaya bakıp sapmamız gereken yolları söylüyordu. Ben de ayıp olmasın, üçüncü erkek olarak boş durmayayım diye düşünüp uykumdan ara ara uyanıp "evet A44 yoluna sapalım bence de" gibi sembolik yorumlar yaptım. Sonunda yavaş yavaş açan güneş eşliğinde Pazar sabahın erken saatinde Hollanda'daki üçüncü kentimiz Den Haag'a geldik sessizce.
Evet dostlarım bir günlük Amsterdam gezimiz bu şekildeydi. Gelecek bölümlerde kalan 3 şehirden bahsederim diye düşünüyorum. Yine yorgunluk belirtileri başladı bünyemde. Şimdilik kendinize iyi bakın gelecek bölümde görüşmek üzere....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder