3 Mayıs 2009 Pazar

Berlin, Almanya (Dönüş Yolu ve Azıcık Hamburg)

Birazcık geç oldu bu seferki buluşmamız kusura bakmayın değerli okurlar. Berlin bölümümüz çok önemli, hatta gezinin kilit bölümüdür bence. Aradan iki hafta geçti umarım birşey atlamadan size aktarırım yaşadıklarımızı. 17 Nisan'da Prag'dan yola çıkıp Dresden'deki yemek molasının ardından Berlin'e giriş yaptık. Dresden'in güzel bir yer olduğunu duyduk ama açıkçası hiç gezemedik, meydanda sembolik fotoğraflar çektirdik sadece. Berlin'e girdikten sonra Yunus'u akrabalarına bıraktık ve blogumuzun konuk sanatçısı Arda'yı almak üzere GPS'e adresi girdik. GPS'teki ablaya da yavaş yavaş ısınıyorduk, o da yoruluyordu sonuçta konuş konuş...

Radyoyu kurcalarken Türk bir kanala denk geldik, "aç abi sesi aç" diye coştuk. Arda'yı yerinden aldık ve hostelimize gittik. Son 4 günde gördüğüm üçüncü hosteldi burası ama aslında odalarına bakılrsa tam anlamıyla bir oteldi. Yataklar harikaydı yani acaip mutlu olmuştum. 4 kişilik odada 3 kişi kalacaktık konfora diyecek yoktu. Eşyaları attık ve akşam yemeğine davetli olduğumuz Yaşar'ın akrabalarının evlerine gittik. Berlin'deki Türk mahallesi olarak da bilinen Kreuzberg semtine geldik, arabayı park edebileceğimiz yeri sormak üzere bir dükkana girdim ve direkt olarak Türkçe "abi kolay gelsin buraya park edebiliyor muyuz ki acaba?" dedim. Adam anlamadı ve garip garip baktı. Sonradan öğrendim ki abi Yunan'mış, nasıl bir özgüvenle girdiysem sohbete artık ilk golü yedik yani. Sonra eve çıktık ve çocukların koşturmacası, mutfaktan salona yemek götürme telaşını falan görünce "işte memleketim" dedim. Neredeyse 3 ay olmuştu, öyle yıllardır ayrı kalmamıştım ama özlemişiz bu havayı da. Sonra sohbet, muhabbet kendimizi tanıttık. Yaşar da yıllardır görmüyormuş akrabalarını, "şimdi Yaşar kim bakalım?" diye sorduklarını hatırlıyorum kapıda. Arda ile ben liseden arkadaştım, Yaşar ile üniversiteden, Mülazım ile Finlandiya'da tanıştık. Bağlantılarımızı ve buraya neden geldiğimizi anlatmak gerçekten zordu ve komik bir hal almştı. Bu sohbeti Arda'nın blogundan (http://ardav.blogspot.com/2009/04/17-nisan-hamburg-berlin.html) alıntı yaparak aktarmam en doğrusu, güzel anlatmış çünkü kendisi buyuralım bakalım :

"Çok da misafirperver insanlar. Tek sorun Almanya'da ne yaptığımızı anlatamadık bir türlü. Bazı anekdotlar:

-Hoşgeldiniz çocuklar. Şimdi kim benim akrabam? (Sadece Yaşar)

-Siz hepiniz Gaziantepli misiniz? (Sadece Yaşar Gaziantepli)

-Finlandiya'da mı yaşıyorsunuz? (Finlandiya'da okuyoruz, (ben Almanya'da okuyorum))

-Kaç yıldır Finlandiya'dasınız?(6 aylığına geldik okuyup Türkiye'ye dönücez (ben Almanya'dayım))

-E Almanya'da ne yapıyosunuz?(Okul tatil oldu gezmeye geldik Bremen,Prag,Berlin (ben zaten burdaydım))

-Türkiye'de aynı okulda mısınız?(Can-Yaşar aynı okulda, Mülazım'la Finlandiya'da tanıştılar, Can'la ben liseden arkadaşım)

-E Prag ne alaka? (Şimdi Prag tarihsel, kültürel açıdan çok zengin olmakla beraber...Hadi len)

Bu diyaloğu ailenin her ferdiyle iki tur döndük. Onlar da haklı ama düşününce bana bile karışık geldi. "

Gerçekten böyle oldu ama :) Zaten yol sinirleri gevşetmiş, gülmemek için zor tuttum kendimi. Ama onların bir suçu yok ki bizim durumun kendisi karışık yani. Ardından sofraya oturduk ve gözyaşlarına boğulduk hepimiz. Nasıl bir sofra o, nasıl bir bolluk o... "İşte gerçek yemek, işte gerçek pilav" diye haykırdım içimden. Kurtulmuştuk sonunda. Ne güzel yemeklerimiz varmış bizim kardeşim, değerini o akşam anladım. Demlik çayımızı güzel sohbetle birlikte içip, gece hayatı konusunda yapılması ve yapılmamaması gerekenler hakkında bilgiler aldıktan sonra Yaşar'ı akrabalarında bırakıp Arda, Mülazım ve ben yola koyulduk. Hostel'de formaları değiştirip, resepsiyondaki ablanın tavsiye ettiği yere gittik mekan bulmaya. Dışarıdan bakıldığında sadece üç yer gözüküyordu, daha fazla olması gerektiğini düşünüp biraz daha dolaştık ama hiçbir yer bulamadık geri döndük ilk yere. Bir taraf takım elbiseli baya çatafatlı insanların takıldığı bir yerdi, diğer taraf daha bir ortaydı sanki, üçüncüsü ise her telden adamın bulunabilceği bir yer gibiydi yanılmıyorsam. İlk taraf için şansımızı denemeden önce iri yarı takım elbiseli, pantolonunun sol tarafı boydan boya yırtılmış bir adamın karşıdan geldiğini farkettim. Baya usturuplu bir yırtıktı ama, ben adamın tarzı sandım çok ciddiyim. "Vay be ne çılgın şehirmiş" diye düşündüm meğersem sağlam bir kavga dönmüş mekanın önünde. Dudağı patlamış diğer abimiz, pantolunu yırtılmışa "vay did yu hit mi ya, vat did ay du tu yu?" diyince aksandan Türk olduğunu anladık hemen. Gezinin önemli laflarından biri oldu daha sonra bu laf, yol boyu hatırlattık birbirimize. O mekana zaten spor pantolon giydiğimiz için alnmadık, ceketli pantolonlu Arda'da bizi yalnız bırakmamak adına girmedi sağolsun:)

Her telden adamın olduğu yer olarak tanımladığım yere girmek üzere merdivenlerden aşağıya indik ve girişte sadece küçük bir karoke bar gördüm. "Bu uyduruk yere mi gireceğiz?" diye düşünürken barın arkasına doğru yürümemle arkadaki kocaman dans pistinde yüzlerce kişinin tepindiğini gördüm. Berlin bize hoşgeldin diyordu. Başta üç mekan var dedim ama alt kat kocaman bir yermiş nereden bileyim? Mekanda her telden adam olduğu gerçeği değişmiyordu elbette. Son derece canlı ve enerjik bir yerdi ama bireyler tedirgin etmişti beni belki Finlandiya kadar güven vermiyordu mekan, ondandır. Dj kabinindeki abimizin kalın sesiyle "Berliiiiiin!!!" diye coşturma çabaları da aklımda yer etmiştir o gece. O lafı da gezi boyunca hatırlattım arkadaşlara sürekli.

Sabaha doğru hostele geldik, kahvaltıyı kaçırmamak adına birkaç saat uyuduk, sessizce kahvaltımızı yaptık bir daha yattık ve sonra kalkıp Potzdamer Platz'a doğru yola çıktık. Berlin turumuza başlıyorduk kısacası. Potzdamer Platz son 10-15 yılda yapılanmaya başlamış bir yer, öncesinde hiçbir şey yokmuş. Şimdi modern mimarinin en önemli, en görkemli örnekleri var ilginçti hakikaten. Orada Yaşar ve Yunus (Yaşar'ın akrabası Yunus, diğer Yunus kendi akrabaları ile geziyordu) ile buluştuk ve Yunus bize meşhur Berlin dönerinden yedirdi ve Berlin'i gezdirdi. Arabada giderken Yunus'un zamanında bir rap grubunda beatboxer (ağzıyla upçıss duptıss diye müzik yapan kişi) olduğunu öğrendik. E o zaman hemen bir kayıt yapalım dedik, Berlin caddelerinde arabayla turlayan beş genç o anda meşhur Cartel'e yeni bir yorum kattık, Türkçe Rap'e yeni bir soluk getirdik. Harkiyadı ya:)

Ardından meşhur Brandenburg kapısını gördük. Parlemento binası, duvarın geçtiği yerler derken Yunus'a teşekkür edip ayrıldık. Sonra televizyon kulesini gördük, pahallı diye çıkmadık. Ardından Alexander Platz'daki alışveriş merkezinde fazla oyalanmamdan dolayı arkadaşların koca bir saatini çalmamla birlikte biraz daha turladık ve karnımızı doyuruduktan sonra ikinci gece için formalarımızı değiştirmek üzere hostelimize döndük. Bir gece önce hostele yorgun argın dönerken Arda otobüsteki bir kıza "yav nereye gitsek, bi mekan söylesene" gibisinden birşey sormuştu. Açıkçası kızın üç tane sapa tavsiye edeceği mekandan korkmuştum ben, şunlarla bir dalga geçeyim falan demiştir diye düşünmüştüm. Fakat o gece kızın söylediği yere gidip gördüğüm manzara karşısında kendisine saygılar sundum, takdir ettim.

Mekanın adı Fritz. Upuzun bir kuyruk vardı. Zaten stadyum gibi böyle geniş bir alana konmuş, cadde üstünde bir yer değildi. Maç kuyruğunda gibi hissettim kendimi ama kitle öğrenciydi. İçeriye bir girdik mekan kocaman ama kocaman yani anlatamam size. Paltoları verdik, bir o kata çıktık bir bu kata. Tam bir öğrenci partisiydi bin kişi vardı bence. Bir bölümde kocaman disko, diğer yanda masa tenisi, suni kumsal, diğer yanda playstation ve türevi şeylerin oynandığı yer, diğer tarafta rock gruplarının canlı çaldığı yer... Hepsi aynı anda, canın sıklınca üst kata çık başka bir şey dinle, başka bir şeyle uğraş. "Bonaparte" adlı grubu göreyim dedim. Sahne performansları harikaydı. Elemanlar eski imparatorlukların krallıkların askeri üniformalarını giymişlerdi, baterist de Osmanlı subayı kılığındaydı fesli falan. Sonra bir abla çıktı dans etti alev çıkardı ağzından "vay be" dedim. Mekan çok kalabalık olunca tuvalet sırasında beklemek de ayrı bir sorundu elbette. Biz erkekler neyse de kızların işi genel olarak uzun sürüyor makyaj falan :p Kızlar tuvaletindeki sıra ile erkekler arasındaki sıra arasında ciddi bir fark olunca erkekler tuvaletini kızlar bastı. Evet hayatımda ilk defa böyle bir şeyle karşılaştım ve gözlerle taciz edildim resmen. Sonunda "yeter ama aaa" diyip kızdığımı hatırlıyorum bir değil, iki değil ya. Bir tane özgürlüğümüz var yani kardeşim. Ancak genel olarak Fritz gerçekten aklımda apayrı bir yer etmiştir, unutacağımı hiç sanmıyorum.

Ertesi sabah eşyaları topladık, en son bir Türk mahallesine girip güzel bir yemek yiyip ayrılalım diye düşündük. Sabah hostelin alt katında kermes gibi bir şey vardı. Yani bir dernek faaliyeti gibi bir şeydi tam anlayamadım. Yaşlı teyzeler, amcalar ikinci el kitaptır, hediyelik eşyadır bir şeyler satıyorlardı. Bana bir garip gelmişti zaten o yer, hala çözebilmiş değilim. Neyse Türk mahallesine gidip -ayıptır söylemesi- ayrı bir özlem duyduğumuz mantımızı yedik. İnsanların misafirperverliği, güleryüzlülüğü bizi gerçekten çok mutlu etmişti. Dışarıda otururken Arda'nın Hertha Berlin atkılı ve Bayern Münih şapkalı bir amcayla muhabbeti oldukça komikti. Amcanın kafası güzeldi ama çok şekerdi açıkçası. Kısa bir muhabbetten sonra adam giderken Arda "bak hele şuna yav, gel la buraya" dedi güldük ama Arda'nın akabinde "kommt hier la" demesi ve adamın hemen dönüp bize doğru gelmesiyle gülüşmeler yerini tedirginliğe bıraktı bir an için, duyacağını tahmin etmemiştik çünkü. Arda çok güzel çevirdi ama "Hertha ne yaptı ya bu hafta biliyor musun?" diyerek tansiyonu düşürdü, adam da bir şeyler söyledi gitti. Daha sonra Arda "Oğlum niye engel olmuyorsunuz ya bana, nerden geldi bu özgüven" dedi ama ben baya güldüm bu olaya, ilginçti hakkaten :)

Yaşar'ı akrabalarından alıp kendilerine bize gösterdikleri ilgiden ötürü yüzlerce kez teşekkür ettikten sonra, Yunus'u da kendi akrabalarından alıp Hamburg'un yolunu tuttuk. Berlin'de ilk gün bulutlu olan hava yerini güneşe bırakmıştı ve Hamburg'u bu halde kaçırmayalım dedik.

Hamburg ile ilgili çok hayalim vardı, nehre karşı biramı yudumlamak en önemlisiydi. Ama gerekli ortam, zaman ve enerjiyi bulamadığımızdan ötürü bunu yapamadık. Gece zaten Bremen'e tekrar dönüp Tampere'ye uçacaktık. Akşam Hamburg gece hayatının kalbi dedikleri St.Pauli'de turladık. Bana çok da cazip ve güvenli bir yer olarak gelmedi ama yorgundum da açıkçası. Hamburg'u genel olarak dönüş yolunda bir durak olarak gördüğümüzden aklımda fazla bir şey kalmadı ama şehir meydanı oldukça şekerdi, bolca foto çektik yine de. Bir daha yolum düşerse daha ayrıntılı gezerim seni, kusura bakma Hamburg.

Gece Bremen'e döndük, arabayı teslim ettik ve havaalanına kampımızı kurduk. Havaalanına girişimi size anlatmadan geçemeyeceğim. Kıbrıs'a da İzmir'den uçakla geçtiğim için havaalanlarındaki güvenlik önlemleri konusunda tecrübeli olduğumu sanıyordum. Cüzdanı telefonu çantaya koyar, çantayı bandın üstüne koyarım, hiç ötmeden cebimde bir ton ıvır zıvıra rağmen geçerdim, güvenlikle hiç muhtap bile olmazdım. Yine aynı şekilde geçmeyi düşündüm ama bu sefer öttüm. "Cebimizde ne var acaba?" dedi iri yarı güvenlik görevlisi, "valla bir şey yok" dedim ve üstümü aradı cebim, baya doluydu. Ben sadece kağıt, broşür, mendil falan olduğunu zannediyodum sonra Berlin'de aldığım magneti cebimde unuttuğumu fark ettim, "buldum bi saniye" dedim, cebimden onu çıkartınca adam "sen bi gel bakayım şöyle, boşalt ceplerini" dedi. Cebimden bir tek tavşan çıkmadı yani o an. Bir sürü harita, kullanılmış mendil, fiş, broşür daha neler neler... Annem o an beni görseydi baya kızardı eminim. Zaten hep söylenir "ne pis çocuksun" diye pantolonumu makineye atarken. Sonra adam "arkanı dön, koy ellerini şuraya" diyince ağlamaklı bir sesle "peki abi" dedim, ayak tabanlarıma kadar her yerimi "ciyuu vicuuu" diye aradı cihazla. Sonra azad etti beni arkadaşlarımın yerine döndüm. "Niye beni bulur böyle şeyler?" diye söylene söylene uçağı bekledim ve Tampere'ye yorgunluktan ölmüş bir halde döndük.

Evet dostlarım gezimiz böyleydi. Bu seferki yazı uzun oldu ama aradan çıkarmak lazımdı sanırım. Bir sonraki yazımda size Finlerin meşhur 1 Mayıs bayramı Vappu'yu ve yaşadıklarımı anlatacağım.

Kendinize çok iyi bakın görüşmek üzere...

1 yorum:

  1. Can Vappu kısmını sen anlatabilir misin, yoksa başkaları mı anlatsın :))
    Almanya gezinizi kıskanmadım değil, ayrıca Marcus (bu hafta itibari ile bende kalan arkadaş) da çok güzel şeyler anlattı, çok güzel yerler gösterdi, Berlin'e bir gün gitme kararı aldım.

    Vappu'yu bekliyoruz :)

    YanıtlaSil