Efendim 15 Nisan akşamı geç saatlerde Prag'a giriş yaptık. Yolculuk uzun sürdü açıkçası. Almanya'da tuvalet için durduğumuz bir yere dikkat çekmek istiyorum. 50 cent verip makineden tuvalet için bilet alıyorsunuz ve turnikeden geçip içeri giriyorsunuz. Makinenin verdiği biletin sadece maliyeti 50 cent gibi birşeydi bence, adamlar nereden para kazanıyorlar anlayamadım. "Yahu nerden takıldın tuvalet biletine" diyeceksiniz ama ömrümde böyle birşey görmedim hala cüzdanımda saklıyorum. Bandrollü falan bir de, hani utanmasalar kabin, pisuvar numarası falan yazacak üstünde. Neyse etkiledi o bilet beni :)
Nerde kalmıştık? Prag'da hostele giriş yaptık. Arabayı park etmek ufak bir krize neden oldu. Adamların park yeri var diye o hosteli seçtik meğer önceden aramak gerekiyormuş falan. Bilmediğimiz yer sonuçta ne yaparız ne ederiz derken sonradan öğrendik ki boş bir arsada ücretsiz bir park yeri varmış zaten orayı kullandık. Mülazım baya sinirlendi hosteldeki genç, temiz yüzlü kardeşe. Ben ise sakin olmasını önerdim. "McDonalds bul bana" diyecek kadar sinirlendi yani çok ilginçti. Neyse yataklarımıza yerleştik. Oda 16 kişilikti ama işin iyi tarafı yatakların bu sefer numarası vardı. Frankfurt'taki yatağı işgal etme olayı yaşanmayacaktı yani. Ben 6 numarayı seçtim neden bilmiyorum. Ama oda kalabalık kim uyuyor, kim uyumuyor anlamıyordum. Hostel hayatı konusunda daha tecrübeli olacağım sanırım. Neyse uzatmayalım, akşam bir şeyler atıştırdık merkezde. Prag merkezindeki Ulusal Müze'nin gece görüntüsüne hayranlıkla baktım. Hakikaten çok görkemli bir binaydı. Tekrar hostele döndük, yatmadan bir bilardo atalım, hostelin ücretsiz "hoşgeldin" birasını içelim dedik. Biranın iğrençliğine ve bilardoda Yunus ile yenilmemize rağmen moral bozmadan yerimize çıktık, mışıl mışıl uyuduk.
Hosteldeki odamızın hemen hemen yarısının kız olması odadan iğrenmemi engelledi. Üst katımda yatan abiyi uyandırmamak için elimden geleni yaptım ama sürekli birşeyleri almayı unuttuğumdan odaya zırt pırt girip dolabımdan birşeyler alıyordum. Neyse kahvaltımızı yaptık mutfakta sohbet muhabbet eşliğinde. Kahvaltı zamanı mutfak dolu oluyor doğal olarak. Sohbetin can alıcı bir kısmında, hosteldeki kız nüfusuna vurguda bulunmak amacıyla "e abi hostelde population fifty fifty yani" gibi bir lafı gayet yüksek sesle haykırdım. Bu şekilde barzo konuşmaları bizden başka Türkçe bilen olmadığı için rahatlıkla yapabiliyordum aylardır, fakat sarfettiğim cümlenin Türkçe olmadığını ve yanımda 5 kişilik bir kız grubu olduğunu farkedince baya mahcup oldum. Nasıl bir laftır, nasıl bir Türkçe düşmanlığıdır hayret ettim :)
Kahvaltıdan sonra çıktık dışarı, hava tek kelimeyle mükemmeldi. Otobüse atladık doğru şehir merkezine. Otobüs baya Türkiye'de kullandığımız eski, kırmızı, körüklü ve son derece gürültülü çalışan otobüslerdendi. Onu da özlemişiz farkettim. Yunus'un Prag'a ikinci gelişi olduğu için o yönlendirdi hep bizi. Prag kalesine çıktık, başta St.Vitus katedrali olmak üzere içindeki diğer mimarileri gördük. Ardından aşağı indik, hediyelik eşya baktık, karnımızı doyurup meşhur Charles Bridge adlı köprüden yürüdük, etrafı seyrettik. Etraf turist kaynıyor tabii haliyle. Yunus fotoğrafçı olduğu için "abi bir de beni şöyle alsana, bir de böyle abi" diye diye kullandım bu fırsatı. Old Town'u da yarım yamalak gezdikten sonra yorulduk kaldırıma çöktük. Yaşar ve Mülazım hostele gitme taraftarıydı, iyi bir fikir çıkmazsa ben de odama gider öğle uykumu uyurdum ama Yunus Vltava nehrindeki adaya gitmek istediğini söyledi. Onunla gitmeye karar verdim ve geçici bir süre ikiye iki ayrıldık. Yürürken nehir kıyısında açık hava bir mekan gördük ve oturalım dedik. Akustik gitar ruhumuzu okşattı ve karşımızda duran adayı bir çırpıda silerek o mekanı tercih ettik. Güneş yavaş yavaş batıyordu, müzik, nehir, Prag'ın arka arkaya sıralanmış köprüleri, insanlar derken birer bira aldık ve Yunus'la muhabbetin dibine vurduk. İki saatte o hikayesini anlattı, ben kendiminkini anlattım ve o an Prag'ı yaşadım, bu şehre saygı duydum yani. Harika bir ortamdı kısacası.
Sonra hostele dönüp uykucuları kaldıralım derken, bizimkileri merkeze gitmek üzereyken ayakta yakaladık. Planım yarım saat kestirmekti ama vakit geç olmuştu, güzel hesaplı bir restaurantta yemeğimizi yedikten sonra ismini şu an hatırlayamadığım bir mekana gittik gece hayatını görelim diye. Mekan üç katlı içinde farklı farklı barların bulunduğu kapalı bir yer. Bir yerde pop, diğer yerde tekno, diğer yerde rock çalıyor. Bu modelde mekanlara pek alışık değilim - gerçi Berlin'de bunun hasını gördüm anlatacağım daha sonra- ama hoşuma gitti düzen. Bizim oturduğumuz yerde masanın ayağında otomobil jantı, üstümüzde de dönen dişlileriyle bildiğimiz otomobil motoru vardı. Hafta içi olduğu için boştu mekan ama birkaç saatlik sohbet de tatmin etti yani bizi. Yorulmuştuk da, vakitlice döndük hostelimize, bu sefer langırt atalım dedik yatmadan, onu da takım arkadaşım Yaşar ile benim hatalarım yüzünden kaybettik. Yine moral bozmadan yattım uyudum. Odaya girdiğimde üst katımdaki adam dahil bütün gün sadece uyuduklarından şüphelendiğim insanlar olduğunu fark ettim. Öyle uyuyor adamlar ya hayret vallahi :)
Prag'daki son sabahımızda Berlin'e çıkmak üzere topladık eşyalarımızı ve şehri terk etmeden önce tepede gördüğümüz büyük metronom figürünü de görelim dedik, oraya çıktık. Prag tepeden harika gözüküyordu. Köprülerin Vltava nehrinde dizilişi, gotik mimarilerinden sivrilen kuleler o sabah bulutlarla kaplanmış gökyüzüyle birlikte gerçekten çok çok güzeldi, hayran kaldım. Yaptığı bu son hareketle Prag'ı sevdiğimi söyleyebilirim kısacası.
Hafif yağan yağmur ile birlikte Prag ile vedalaştık ve Berlin'in yolunu tuttuk. Berlin'deki heyecanı bir sonraki yazıda paylaşacağım sizlerle.
Şimdilik kendinize iyi bakın görüşmek üzere...
Bir de beni söyle alsana böyle alsana deyip deyip klasik Can Cengiz bakıslarını mı attn yoksam =P
YanıtlaSilOha siz tanışıyo musunuz? :S
YanıtlaSilDünya küçük
Lol liseden tanışıklık var diyelim, ben de farkettiğimde dünya küçük diye kanaat getirdiydim (=
YanıtlaSil