9 Aralık 2011 Cuma

Hayata Dair Konuşacak Bir Şeyim Yok, Çocukluktan Yiyorum

7 aya yakın bir süre blog yazmayınca, en iyisinin bodoslama konuya girmek olduğunu düşündüm. Yazı ve başlık uyumu muhtemelen olmayacak ama geçtiğimiz günlerde gülmek için açtığım karikatürün birinde okuyup son derece etkilendiğim bu sözü paylaşmadan edemedim.

Artık eskisi gibi çok uzun yazmanın anlamı yok. Hayatımda bazı şeylerin tıkandığını hissettiğim zaman sığınacağım tek yer burası kuşkusuz. Son 7 ayı özet geçip, 2012'ye dair umutlarımızı belirttikten sonra evlere dağılabiliriz. "Çocuklar sabahtan beri dersteyim, artık sesim çıkmıyor lütfen bağırtmayın beni" diyen bir öğretmen edasına büründüğüme bakmayın, anlatacak şeylerim var aslında.

Yaz tatilini yarıda kesip temmuzda tekrar Finlandiya'ya dönmemin tek sebebi, biraz daha ders almakla beraber Fince kursuna giderek bitirme tezime erkenden başlamak ve insanlara "Bakın insanlar tatil yaparken ben fedakarlık yapıyorum çünkü bu ülkede uzun yıllar kalmak istiyorum" mesajını vermekti. Bütün yazı "Ya tez için bana proje bulmazlar da beş kuruş almadan kendi başımın çaresine bakarsam?" paranoyaları ve ağustos ayındaki Fince kursunda verilen ağır ödevlerle cebelleşerek geçirdim. Sonuçta kurs bitti, beş gün sonra da proje buldum ve aylardır hayalini kurduğum konuma eriştim.

"Bana ömrümde şöyle adam akıllı para kazanma hissini yaşatsınlar, yemin ediyorum başka bir şey istemem" dediysem de insanoğlunun açgözlülüğünü unutmuştum. Açgözlülük demeyelim aslında, sadece hayatımdaki bir diğer ve belki de bu sayfalarda bahsetmekten her zaman kaçındığım o eksiklik kendini göstermişti. "Bu işi parayla yapanlar var onlara neden danışmıyorsun?" diye sorarsanız yazının geri kalanını okumayın rica ederim. Yazarın bu paragrafta vurguladığı şey aşktan başka bir şey değil kuşkusuz.

Yeni sezon bambaşka olacak derken, yine son düzlükte tökezledim ve taraftarlarımı üzdüm. Bir tarafta "önemsemiyormuşsun gibi davran, o zaten kendiliğinden gelecek", öte tarafta ise "sevdiğini sonuna kadar belli et, acı çek, güzel olan şeyler kolay kazanılmaz" felsefesi dururken dengede giden bir ilişkinin sevgililik-arkadaşlık yol ayrımında istemediğim tarafa saptığını fark ettiğimde birçok şey için maalesef çok geçti. Tanışmamızın ilk günlerindeki kahverengi deri ceketli, karizmatik, bırakın kızları erkeklerin bile "Vay yavrum" dediği adam gitmiş, "Biliyorum çok yoğunsun ama yemek yiyelim mi? Söz çok uzun sürmez" diyen aciz, acınası bir adam gelmişti. Kısacası güzel, karakterli ama hayatında aşka en son sırada yer vermeye yemin etmiş birinin gözünde yine sadece "önemli, değerli ve hiçbir zaman unutulmayacak bir arkadaş" ödülünün sahibi olmuştum. Evimde bu ödülden çok vardı. Bazen hepsini çöpe atmak istiyordum ancak mantıklı düşününce olayları akışına bırakmak yapılacak en iyi şey galiba. "Tek derdi aşk acısı olan adam" gömleği üstümde nasıl duruyor bilmiyorum ama varsın dolabımda giyeceğim tek şey bu olsun.

İleride bu satırları okuyup, "Kimdi bu kız? Ya açıklarsın ya da al mektuplarını, ver mektuplarımı" diyen biri olur mu bilinmez fakat karnı tok olan bizlerin hayatında var olan en önemli olgunun bünyemdeki etkisini paylaşmasaydım da ne yapsaydım?

Tezim bittiğinde başka ekmek kapısı bulamazsam, "Bana yaşattığı yalnızlığa rağmen eğer dönmek zorunda kalırsam çok üzülürüm be abi" dediğim Finlandiya'dan üzülme seviyesini bir kademe düşürerek ayrılıp beni mutlu gözlerle bekleyen ailemin yanına döneceğim sanırım. Bazı şeyleri konuşmak için çok erken de olsa, 2012'de falımda gözükenler aile saadeti, iş ilanları veya askerlik. Öte yandan geçen hafta bana sunulan ve önümüzdeki ay taşınacağım 20 m2'lik stüdyo dairemde geçireceğim zamanlar aklıma gelince de, "Ev değişirse, yeni bir renk ve motivasyon kaynağı gelir. Hocalar doktoraya kal diye ısrar etse keşke" diye içimden geçirmiyor değilim.

Ufak tefek hayal kırıklıklarına rağmen burada her şey yolunda. Ayrıca sıkıldığım zaman oyunu kaydetmeden çıkıp yeni bir oyuna başlama lüksümün olduğunu hatırladım. Bu nedenle karanlık ve soğuk kışa rağmen hayatın tadını çıkarabildiğim kadar çıkarmak yapmam gereken yegane şey sanırım.

Bir sonraki yazıda hayata dair konuşacak daha çok şey olması ama yine de çocukluktan yemem dileğiyle...

Çok zorladım ama olmadı galiba ne başlıkmış ya!

19 Mayıs 2011 Perşembe

Günlüğün Panaroması

Blog sayfamı açalı iki yıldan fazla olunca insan "en iyiler" veya "unutulmayanlar" gibi bir bölüm hazırlamak istese de daha gerçekçi düşünüldüğünde bugünkü yazıda blog yazmaya başladığımdaki beklentilerim ile okuyucuların beklentileri üzerine bir şeylerden bahsetmek daha doğru olacaktır değerli okurlar.

Şubat 2009'da sevgili dostum Saygın'ın "Finlandiya Günlükleri" adlı blogunun etkisinde kalarak o dönemdeki hislerimi doyasıya paylaşmak amacıyla "Japonlar yapmış bizim neyimiz eksik abi?" felsefesiyle ben de bir blog açmaya karar verdim. İlk yazım sauna sefamız sırasında serinlemek ve kendimizi çılgın hissetmek maksadıyla dışarıya çıkıp, kilitli kapıyı istemeden arkamızdan kapatmak suretiyle saunaya geri dönemememiz ve akabinde yaşadığımız panik üstüne kuruluydu. Beklediğimden çok daha fazla bir ilgiye maruz kalınca, kendimi çok özel hissettim, hatta insanların işi gücü bırakıp her gün yeni yazımın çıkıp çıkmadığını kontrol ettiklerine bile inandım. Şimdi dönüp o zamanki yazılarıma baktığımda "ehueuhe, :), valla, dimi" gibi unsurlar barındıran üslubumu hiç beğenmediğimi söyleyebilirim. Zaman zaman komik olma çabasıyla yaptığım zorlama espri girişimlerini de o dönemin toyluğuna verip usulca gülümsüyorum sadece.

İlk zamanlar iki günde bir yazarken, Erasmus sonrası yaşadığım yoğunluk sebebiyle neredeyse bir yıl klavyeye dokunmadım. İkinci Finlandiya seferimde ise her tarafıma işlemiş üşengeçlik ve tembellik virüsü yüzünden takipçiler varsa sıkılmasın diye ayda bir kez bir şeyler karaladım. Geçen ay çok ufak bir sayfa düzenlemesi yaparak, blogu görüntüleyenlerin sayısına ve sadece 30 takipçisi bulunan sevimli twitter sayfama blogumda adeta "son dakika" misali küçük bir köşe ayırdım. İtiraf etmek gerekirse 2 yıl boyunca bloga görsel olarak bir şey katmayı hiç düşünmedim. Fotoğraf eklemem defalarca önerilse de, başta üşengeçlik daha sonra da "Posta, Star gazeteleri gibi olur, bize Cumhuriyet okumak yakışır" ilkesiyle bundan vazgeçtim. Yapıp yapabileceğim en güzel yenilikleri tamamladıktan sonra, istatistikler adındaki bölüm dikkatimi çekti. "Bunca zaman bununla nasıl ilgilenmemişim?" diye düşünürken, bloguma çeşitli ülkelerden Türkçe okuyup anlayabilen binlerce ziyaretçinin geldiğine ve bloga hangi yollardan ulaştığına dair çarpıcı örneklerle karşılaştım.

Blogumda toplamda en çok ve her gün ortalama 10 kez görüntülenen yazı Riga ve Vilnius gezilerimin izlenimleri olarak karşımıza çıkıyor. Mutlaka bu insanlar benim eşsiz karizmam için değil, Riga ve Vilnius gece hayatını, güzeller güzeli hanımlarını merak ettikleri için arama motorlarının cilvesi ile buraya düşüyorlar ve muhtemelen yazıyı okuduktan sonra haklı olarak "Ne odun adammış hiç ortamlara akmamış" diye düşünüyorlar. O geziye dönemin şartlarından ötürü tek başıma çıktığım ve gece hayatının kötü kalpli insanlarının zaman zaman benim gibi saf gençleri oltalarına düşürmek amacıyla yem olarak kullandıkları çekici hanımlardan korktuğum için hostelin barından dışarı çıkmamıştım. Bugün gitsem o kadar korkmam ama kendimi uzun zamandır yaşlı bir kaplumbağa gibi hissettiğim için yine hostelden dışarı çıkmam sanırım.

Riga ve Vilnius gece hayatı blogdaki misafirlerimin en çok arattığı anahtar sözcükler olmuş. Dikkatimi çeken diğer sözcük grupları ise "giden ben değilsem gelen kim", "finlandiya insanı sarışın mı" ve en korkuncu "liseli kızların kendi aralarındaki öpüşmeleri". Sonuncusuna inanmak istemesem de olası bir sansür uygulamasında Blogspot'un yasaklanmasında payım olacağını düşünmeye başladım şimdiden.

Güzide okulum ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu hakkındaki yazım sanıyorum topluma en faydalı yazım olmuştur. Erasmus döneminde yaşadığım ufak tahribattaki hayal kırıklığım ve Beşiktaş'ın beni ve tüm taraftarlarını nasıl kanser ettiği konulu yazılarım ise en kişisel, kimi kendini bilmeze göre en lüzumsuz bloglarımdır. Eylül ve Ekim 2010'da yazdığım bloglar ise içime en çok sinen, en çok beğendiğim yazılardır. Son dönemlerde yazım kurallarına büyük hassasiyet göstersem de arada hatalar yapmak kaçınılmaz oluyor. Yine de dahi anlamındaki "de"yi ayrı yazarak, birçok üniversite mezunu arkadaşıma göre bir adım önde olduğumu bilmekle gurur duyuyorum her gece.

Blog ile ilgili olumlu yorumlar aldığımda öğretmenimin ilkokul yıllarımda "Aferin Can, bakın çocuklar Can nasıl yapmış, aferin çocuğum" dediği zaman hissettiğim gururu ve utancı yaşıyorum. İlgi çekmek her zaman hoşuma gitse de artık Facebook sayfamdan blogun reklamını yapmak istemiyorum, çünkü Facebook kullanımımı en aza indirmek için var gücümle çalıştığım bu dönemde daha önceki duyurularımın ardından bir kez okuyup beğenmişlerse yine kendi iradeleriyle gelirler diye umuyorum.

Araya sıkışmış ama her zamankinden daha içten gelen bu yazıyı noktalarken havanın artık saat 11'de kararmaya başladığı serin bir Espoo akşamında camdan beni dikizleyen sincapların selamını siz değerli okuyucularıma iletmeyi bir borç bilirim.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...

20 Nisan 2011 Çarşamba

Finlandiya Tarihi Özeti

Yüksek Lisans programının bana sunduğu 20 kredilik seçmeli ders hakkını en verimli nasıl kullanırım diye kara kara düşünürken bir anda karşıma çıkan sadece 1 (bir) kredilik "Get to know Finland" adında Hayat Bilgisi kitabımızın 5. ünitesinin adını anımsatan güzide dersi almaya karar verdim. Dersin sınavını da dün sabah vererek ve bir kredilik dersin sınavından bırakılmayacağını varsayarak kendisiyle tüm ilişiğimi kestim. Dersin ardından aklımda kalan ve sizlerle paylaşmak istediğim birkaç konudan en önemlisinin Finlandiya Tarihi olduğunu söylemek zorundayım.

Elbette bahsettiğim konu internette ansiklopedik bilgi şeklinde bulunabilir ancak bu gibi sitelerde önceliğinizin Finlandiya Tarihi olmayacağını göz önünde bulundurarak sizlere birkaç anekdot aktarmak istiyorum sevgili okurlarım.

"Finlandiya için 12. yüzyıla kadar pek net bir şey söylenmiş değil" diyerek tarih ile ilgili bir yazıya başlamak gerçekten utanç verici ama bu maalesef bize öğretilenin ta kendisi. 12. yüzyılın ortalarında İsveç ve Rusya arasında kalan bu bölgeyi İsveçliler doğu kısmı dışında alarak maceraya başlamışlar. 600 yıldan fazla sürecek bu uzun süreçte Finlerin hiçbir zaman köle olmadıklarını söylemekte fayda olsa da, bağımsızlık kavramının ne olduğunu da hiç akıllarına getirmediklerini belirtmek gerekir. Turku adlı güzel şehir bu dönemde kurulmuş ve Finlandiya'nın merkezi olmuş. 16. yüzyılda Avrupa'da esen Reform rüzgarları Finlandiya'ya da ulaşıp ve Finlerin kendi dillerini fark etmelerine yol açıp İncil'in Fince çevirisini yapmalarına vesile olsa da İsveççe baskınlığını hiçbir zaman yitirmemiş. 17. yüzyılda İsveç Krallığı iyice coşup Rusya'da kalan doğu toprakları da ele geçirmiş ve Finlandiya'da da iyice kadrolaşıp İsveççe'nin etkisini daha fazla kuvvetlendirmiş. Bu durum bugünkü Finlandiya'da resmi dil olarak Fince ile birlikte neden hala İsveççenin de kullanıldığının bir açıklaması olarak düşünülebilir. 

Tarih yolculuğumuza geri dönecek olursak, İsveç'in bu "asarım keserim" havaları da her güzel şey gibi son bulmuş ve Rusya'nın Osmanlı'ya da çok çektiren efsane dönemi olan 19. yüzyılın başlarında, 1809 yılında Finlandiya Çarlık Rusyası'na dahil olmuş. Bu dönemin getirdiği en önemli değişiklik ise Finlandiya'nın artık vilayetlerden oluşan ve bağlı bulunduğu krallığın herhangi bir bölgesi değil de özerk bir dükalık olarak anılmaya başlamasıdır. Finlandiya Dükü bir Rus da olsa bu değişim İsveç Krallığı dönemindeki konumlarına göre çok büyük bir yenilik olarak görülebilir. İlk Finlandiya Dükü I. Alexander Finlandiya'ya bu değişimi daha da iyi tattırmak ve İsveç'e de çok sokulmamak amacıyla 1812'de Helsinki'yi başkent yapmış, 1640'ta Turku'da kurulan üniversiteyi de 1828'de Helsinki'ye taşımış. Bu üniversite ise bugün arkadaşlar arasında "Abi teknik okulda kız ne arasın? Kızların hepsi o okulda!" diye sitem ettiğimiz Helsinki Üniversitesi'nden başka bir yer değil elbette.


Rusya dönemindeki özerklik Finlere başta kendi dillerini kullanma ve kendi kültürlerini fark edip geliştirme açısından önemli bir dönem olmuş. Finlerin ünlü destanı Kalevala da Elias Lönnrot tarafından bu dönemde 1835'te yayınlanmış.

Unutulmaması gereken bir diğer konu da Avrupa'da kadınlara seçme hakkının verildiği ilk ülkenin Finlandiya olmasıdır. O dönemki eyalet meclisi tarafından verilen bu hakkı Fin kadınlarının Dünya'nın özgüveni en yüksek, en güçlü kadınları olmasının başlangıcı olarak görmek çok da yanlış olmaz sanırım. Helal olsun tabii ki, bir toplumda kadın-erkek eşit olmadıktan sonra ne anladık medeniyetten, öyle değil mi?

1917'deki Bolşevik Devrimi sonrasında karmaşadan faydalanan Finler "Fırsat bu fırsat bağımsız olmanın tam zamanı" diyerek 6 Aralık 1917'de bağımsızlıklarını ilan etmişler. Hemen akabinde Sovyetler Birliği destekli Kızıllar ile Almanya destekli Beyazlar arasında kanlı bir iç savaş patlak vermiş. Gustaf Mannerheim liderliğindeki Beyazlar bu savaştan galip çıkmışlar. Mannerheim 1939 yılındaki "Kış Savaşı" olarak bilinen Finlandiya ile Sovyetler Birliği arasında yapılan savaşta, kendinden sayıca çok üstün Sovyet Birliği'ne karşı başarılar elde eden Finlandiya'nın komutanlığını üstlenmesine karşın yenilgiden kurtulamamış. Bu savaşta özellikle Fin kayakçı birliklerinin Sovyetlere karşı olan mücadelesinin tarihe damga vurduğu söylenir. Kış Savaşı'nda kayaklı askerleri düşünmek çok abes olmamasına karşın, alışılmışın dışında olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Sovyetlere yenilen Finler bu sefer dönemin psikopat devleti Nazi Almanyası'nın Sovyetler Birliği'ni işgal etmesi ile birlikte kaybettiği toprakları geri alma umuduyla 1941'de Almanlarla birlikte savaşa girerler. "Devam Savaşı" olarak da bilinen bu olay sonucunda Almanların yenilmesi üzerine doğal olarak yenik sayılmışlar ve daha önce kaybedilmiş toprakların yanında birkaç ödün daha vermek zorunda kalmışlar. Savaşın favorisine oynayıp son maçtan kuponları yatıvermiş bir nevi.

Komutan Mannerheim 2. Dünya Savaşı sonuna doğru Cumhurbaşkanı olarak görev yapıp 1946'da bu görevden ayrılmış. Fakat kaybedilen savaşlara rağmen özellikle Sovyetlere karşı yapılan başarılı savunmaya önderlik etmesi ile Finlandiya tarihinde çok önemli bir yeri olan Mannerheim'e Finler Helsinki'deki en büyük caddeye onun adını (Mannerheimintie) vererek şükranlarını sunmuşlar.

2. Dünya Savaşı sonrası bir yandan Sovyetlerle iyi ilişki kurmak isteyen Finler öte yandan da Helsinki'de 1952 Yaz Olimpiyatları'nı düzenleme onuruna erişmişler. 1940'da düzenlenmesi planlanan oyunlar malum savaş nedeniyle 1952'de düzenlenmiş ve Finlandiya bu önemli fırsatı başarılı bir şekilde kullanmış.

1956'da ise sahneye Finlandiya Cumhurbaşkanlığı'na seçilip 1982'ye kadar bu görevi sürdüren Finlandiya yakın tarihine damga vurmuş bir başka önemli isim Urho Kekkonen çıkmış. Soğuk Savaş'ın en kritik döneminde burnunun dibindeki Sovyetler Birliği ile ilişkileri sağlam tutan Kekkonen döneminde Finlandiya Doğu-Batı arasındaki tarafsızlık politkasını son derece başarılı bir şekilde uygulamış.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Finler tarafsızlık olayının tadını kaçırmadan 1992'de İsveç ile birlikte Avrupa Birliğine başvurmuş ve 1994'te kabul mektubunu almışlar. Halkın %57'si referandumda "evet" deyince yepyeni bir sayfa açılmış. %57'yi son derece kritik bir oran olarak görmek yanlış olmaz sanırım. 17 Nisan 2011'deki seçimlerde Avrupa Birliği'ne tamamen karşı oldukların söyleyen "Gerçek Finler"in bu söylemleri ile %19 üstünde oy alıp devasa bir yükseliş göstermeleri ile birlikte hatırı sayılır orandaki Finlerin "lanet olsun AB'ye de Euro'ya da" diye çemkirdiklerini söylemek kuşkusuz doğru bir tespit olacaktır.

Avrupa Birliği sonrası Nokia gibi şirketlerine sağlam pazar olanağı bulan Finlandiya ekonomik açıdan pozitif ivme gösterse de, son yıllardaki kriz sonrası işsizlik oranının artması ve bana bile anlatmadıkları türlü sebeplerden dolayı son seçimlerde aşırı milliyetçi hatta ırkçı partiye rağbet gösterdiklerini görüyoruz. Avrupa Birliği'ne ve beraberinde getirdiği Euro'ya, ekonomik bunalımdaki diğer AB üyelerine yardım gibi konulara tamamen karşı olduğunu söyleyen "Gerçek Finler" (Perussuomalaiset) gerçek bir seçim başarısı göstererek başta bana ve tüm Avrupa kamuoyuna "Peki şimdi ne olacak?" sorusunu sordurtmuştur. Türkiye'de göz göre göre artan ampul faşizminden kaçıp buralara bel bağlayan bendeniz olası bir Fin Faşizmi'ne karşı ne yapacağımı henüz belirlememiş olsam da bir günde her şeyin değişmeyeceğini varsayarak şu an "bekle ve gör" metodunu benimsemenin daha faydalı olacağı kanısındayım.

Kendi çapımda Finlandiya hakkında sizlere bilgi vermeye çalıştım. Bahsetmediğim veya özensizce bahsettiğim tüm olay ve karakterlerden dolayı beni mazur görmenizi diliyorum.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...




1 Mart 2011 Salı

Küllerden Doğma

Geçen döneme ait kaldığım dersin telafisini verip hesabımı temizlemenin sevincini çok fazla yaşayamadan yeni sınav dönemi gelmişti. Aslında aradaki zaman diliminde o sevinci yaşamak yerine İstanbul'dan gelen misafirlerim Seyfi ve Uğur ile ortamın altını üstüne getirmeyi tercih etmiştim.

Misafirlerimi yollar yollamaz sanki 10 gün boyunca çılgınlar gibi eğlenen, gönül rahatlığıyla yaşayamadığım sömestr tatilinin acısını çıkaran ben değilmişim gibi tekrar eski sıkıcı hayatıma dönüvermiştim bir anda.

Buna bir son vermek için ilk ve son kez Ekim ayında görüştüğüm Marika adındaki kafa dengi arkadaşıma mesaj attım. Marika ile Varpu aracılığıyla tanımıştık. Liseden arkadaşım Cem aracılığıyla tanıştığım Varpu Barselona'ya değişim öğrencisi olarak gidince, ben de bir nevi ikinci hatta üçüncü dereceden arkadaşım olan Marika'nın hatrını sormaya karar verdim. Daha önce tanıştığım Fin hanımlar yeteri kadar soğuk, vefasız ve bir o kadar da dengesiz olduğu için bende bir şekilde "Bir daha arasam sorsam cevap bile vermezler, görüşmemek için kesin bir bahane uydururlar" gibi bir paranoya oluşturmuşlardı. Varpu bu paranoyamı sona erdirmiş, hatta zaman zaman kendi iradesiyle halimi hatrımı sormuştu ve en iyi Fin arkadaş listemde zirvenin sahibi olmuştu. Bu gerçeğe dayanarak Marika'ya mesaj attım ve kendisi de aynı şekilde beni mahcup ederek görüşme talebimi geri çevirmemişti. Bu hamlesiyle onu da averajla ikinci sıraya yerleştirmiştim. Eski tanıdıklarımı ise üzülerek ama haklı olarak çoktan listenin dışına atmıştım.

Marika Finlandiya'nın kuzeyindeki Oulu şehrinde büyüyen ve Helsinki'de Ekonomi okuyan mütevazi ve bir o kadar da asil, olgun bir kızdı. Memleketinden bir arkadaşının da Helsinki'ye geleceği ve hep birlikte dışarı çıkacakları bir akşama beni de davet etmişti. Varpu aracılığı ile Marika'yı tanıyan bendeniz, Marika'nın arkadaşı ile de iyi anlaştığım takdirde Fin toplumuna uyum sürecinde çok önemli bir ilerleme kaydedecektim. Marika da benim gibi bir Rock sever olduğu için buluşma yeri olarak Helsinki'de esaslı bir Rock Bar'ı seçmişti.

Mekanın girişini bulmakta zorlansam da içeriye girdikten sonra vestiyere para verme gibi bir uygulama olmadığını görünce rahatlamıştım. Etrafa şaşkın şaşkın bakınıp erken gelip gelmediğimi sorgularken Marika'nın önümde belirmesiyle sağ salim buluşmuştuk.

Yabancı biriyle selamlaşma kısmı kültürden kültüre değiştiği için beni gerçekten geren bir olay olmuştur her zaman. Erkeklerin "Abi nasılsın muck muck" şeklinde öpüşmesi Akdeniz kültüründe sırıtmasa da Finlandiya gibi Kuzey toplumlarında olmayan bir şeydi. Karşımda bu konuda bir tereddüt yaşayacağım bir erkek olmadığı gibi erkek öpmeye de meraklı değildim açıkçası. Bir kız arkadaşla selamlaşmak apayrı bir sorundu. Gerginliğimi belli etmemem lazımdı, daha önce tanıştığım ve bir şekilde samimiyetim olan birinin son derece resmi olarak elini sıkmam doğru olmazdı. Gözlemlediğim kadarıyla kendi aralarında "Aysucum naber muck muck" gibi öpüşmeleri de yaygın değildi. El sıkıp öpüşmek ise en absürt seçenek olacaktı. Bütün bunları evde çalışıp en doğru seçimin kucaklaşmak olduğuna karar verdim. Bu onların alışık olduğu, ortamın da sıcaklığına uyan en arkadaşça yöntemdi. Kendi kültürümüzdeki sarılmayı "oyyy,oyy özlemişim yahu" nidalarıyla önce sağdan sonra da aynı nidalarla soldan olduğunu varsayarsak bahsettiğim uluslararası kucaklaşma bu tip sesleri çıkarmayıp sadece sağ veya sol yönden sarılmaktan ibaretti. Selamlaşma kısmı düşündüğümden daha kolay olmuştu tek unuttuğum sadece tek yönden sarılmaktı ama Marika sağolsun hiç renk vermedi "Peki bir de soldan sarılalım" dercesine gülümsedi. Ardından beni arkadaşı Tiia ile tanıştırdı.

İbrahim Tatlıses tabiriyle ben böylesine tatlı böylesine cici bir kız görmemiştim. Varpu da Marika da çok şeker kızlardı ama Tiia böle mini minnacık sevimli bir şeydi. Güzel aktris Kirsten Dunst'ın küçük kardeşiydi adeta ve boyu daha kısa olmasına rağmen dişleri onunkilerden daha güzeldi. Kendi içimde yaptığım bu yorumları dışarı vurmadan el sıkıştık ve tanıştığımıza memnun olduk. Mekan hafta sonundan dolayı son derece kalabalıktı bu nedenle oturduğumuz yeri kaybetmemek adına içkileri sırayla almanın daha doğru olacağını düşündük. Türkiye'deki gibi masaya gelip toplu sipariş alan garsonlar Finlandiya'daki tüm barlarda olduğu gibi burada da yoktu. İçki almak için bara gittiğimde yandaki duvarda Finlandiya'daki Rock yıldızlarının bu mekandaki favori içeceklerinin yazılı olduğu bir liste dikkatimi çekti. Bu isimlerden bana en tanıdık geleni HIM'in solisti Ville Valo'ydu ve her ne içiyorsa 3 € gibi mekandaki en uygun fiyata içiyordu ve hesabını biliyordu açıkçası. Ben de bardaki ablaya Ville'nin ne içtiğini sordum. "Büyük bardakta kola" cevabıyla öylece kaldım. "Kolayı evde de içerim" diye düşünüp mide dostu, içimi güzel şerbet tadındaki, barlardaki değişmez içkim Lonkero'dan aldım. Ardından masaya dönüp müzikten, yaz festivallerinden ve futbol yerine buz hokeyinden konuştuk. Bir süre sonra Marika'nın mekan değiştirme fikrini onaylayıp ufak bir kararsızlığın ardından yine Marika'nın önerdiği "Heavy Corner" adındaki isminden son derece sağlam olduğunu tahmin ettiğim yere gittik.

Mekana girer girmez çalan müzik hanımları şok etmişti. Marika rock vaat ederken, çalan disko parçalarıyla hayal kırıklığına uğramıştı. Kendisini teselli edip sonra da içki fiyatlarının diğer yerlere nazaran daha ucuz olduğunu öğrenince morallerimiz daha da düzeldi. Mekanın yeri güzeldi ama içerideki dekorasyonun bence bir özelliği yoktu. Ancak daha da dikkat çeken özellik içerideki insan profiliydi. Yaş ortalaması son derece yüksekti ve kıyafetlerine bakılırsa mekandaki müziği bu insanlar yönlendirmişlerdi. Daha sonra kendi aralarındaki konuşmalarından ortada bir Rus işgali olduğunu fark ettik. Boş bir yer bulup oturduktan sonra gürültüye rağmen sohbetimize devam ettik. Marika ve Tiia'nın başından beri bana ayıp olmasın diye benim muhabbetten kopup etrafa bakındığım anlarda bile birbirleriyle tek kelime Fince konuşmamaları gecenin alkış alan hareketi olabilirdi. Türk - Fin aile yapısı, yemekler, iş güç, siyaset hatta Finlandiya'daki Nisan seçimlerinden bile azar azar konuştuktan sonra Marika'nın gazına gelip dans pistine gittik ki benim en yeteneksiz olduğum alanlardan birine girmiştik.

Kendimi kaybetmeden efendi efendi boynumu ileri geri oynatarak gerginliğimi sona erdirdim. Bu arada birbirimize de kanımız kaynamıştı. "Oulu'ya bekliyoruz, bir arkadaşımızın erkek arkadaşı var kalacak yer de sorun olmaz" diyecekleri kadar gözlerine girmiştim. Ben de bir an bu içten teklife İzmir ile Oulu'yu kardeş şehir yapmak için Belediye'ye başvuracağımı söyleyerek karşılık vermek istesem de kalacak yerdeki erkek arkadaş aklımı karıştırdığı için teşekkür etmekle yetindim.

Bir süre sonra hepimizde yorgunluk belirtileri başlayınca dağılma kararı aldık. Gerçekten uzun bir aradan sonra çok güzel ve eğlenceli bir cumartesi gecesi geçirmiştim. Bu duruma duyduğum özlemin giderilmesinden dolayı Marika'ya defalarca teşekkür edince durumdan habersiz olan kızcağız "abartma yahu" dercesine tepki vermişti. Vedalaştıktan sonra sevimli Tiia ile de sevimlice kucaklaşıp en kısa zamanda görüşmeyi diledik.

Yeni insanlar tanıma, Fin insanıyla kaynaşmam ve kendimi başkalarına tanıtma açısından çok güzel bir gece geçirmiştim. Bu ülkede daha uzun süre kalabilme ihtimalimi düşündüğümde her ne kadar Varpu İspanya'ya, Marika İsviçre'ye ve Tiia da Hollanda'ya kapağı atma derdinde olsalar da ön yargılarımı yıkabilecek üç tane kaliteli insan tanımıştım. Bu durumun zaman zaman yitip giden özgüvenime yaptığı katkıyı düşününce "küllerden doğma" kuşkusuz en doğru teşhis olacaktı.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...




18 Şubat 2011 Cuma

Beşiktaşlı Olmanın Ağır Bedeli

Gönül isterdi ki çiçeği burnunda bir üniversite mezunu olarak tüm bilgi birikimimi göstereyim, yapacağım yorumlarla tarihin akışını değiştireyim. Millet işsizlikten, açlıktan, terörden, cinayetten yakınırken, benim tutup 22 kişinin aptal bir topun peşinden koştuğu, toplumu uyutmak için geliştirildiğine inanılan futbol adındaki oyunun bünyemde yaşattığı manevi yıkımlardan bahsetmem kulağa elbette saçma ve samimiyet dışı gelebilir.

Sosyal mesaj verme gibi bir kaygım olmadığı için affınıza sığınarak özellikle dün geceden beri ciddi hayal kırıklıkları yaşamama neden olan Beşiktaş hakkında bu satırlarla içimi dökmek istiyorum değerli okurlar.

Dün akşam oynanan ve Beşiktaş'ın 4-1'lik mağlubiyetiyle sonuçlanan Beşiktaş - Dinamo Kiev maçının ardından kendimi bir çok şeyini kaybetmiş, hayatta tutunacak dalı kalmamış insanlar gibi hissettim. Nasıl olur da futbol insana bu tip hissiyatlar verebilir? Futboldan nefret eden okurlar sanırım şu anda okumayı bırakmışlardır. Kendilerine hak veriyorum, okumayın bence de. Ancak şu satırları yazarken sigara,alkol veya uyuşturucu bağımlılarının mahcubiyetine benzer şeyler hissettiğimi de belirtmek isterim. Evet, futbola özellikle Beşiktaş'a ciddi derecede bağımlıysanız, futbol gibi içinde şansa gözardı edilemeyecek kadar pay bırakan bu oyunun size benim dün geceki hislerimi yaşatmaması mümkün değil.

Akıllı, mantıklı bir insan bunun eğlence olduğunu bilir. Üç ihtimalli oyun, biri sevinirken diğeri üzülecek mutlaka. Ancak insan takıntı haline getirdiği zaman, hele ki evinden çok uzaksa, sosyal hayata katılmaya üşeniyorsa tüm ilgisini futbol maçlarına veriyor istemeden. Yazının ciddi bir itiraf, özeleştiri veya akademik (!) bir kaynak olmasını istemediğim için, Beşiktaş'ın 23 yıllık yaşantımda bana yaşattığı yıkımlardan bahsetmek istiyorum.

Genellikle Avrupa Kupası maçlarında akıl almaz düş kırıklığı yaşatmıştır benim sevgili takımım. Zaten yurt içi veya yurt dışı her maçında son dakikasına kadar rahat maç izlettirmez ama Avrupa maçları tam bir efsanedir.

Kendi yaşantımdan alıntılar yapacağım için ilk olarak 5 Kasım 1998'deki Beşiktaş-Valerenga maçından bahsetmeliyim. Zaten bu maçtaki durumu anlattıktan sonra daha fazla örnek vermeme gerek kalmayacak. Ünlü Eurosport bile bu maçı arada sırada yayınlar, dünyada eşi benzeri az görülen bir kayıp olduğu için. O zamanki Kupa Galipleri Kupası bilmem kaçıncı tur eşleşmesinde Norveç'teki ilk maçı Beşiktaş 1-0 gibi İstanbul'daki rövanşa umutla bakılabilecek bir skorla kaybetmişti. İstanbul'daki rövanşta ilk yarıyı 3-0 gibi bir skorla kapatınca ister istemez hepimiz turu kesin geçtiğimizi düşünüyorduk. Ben o zaman ilkokul 5. sınıfta fidan gibi bir çocuktum. Ertesi gün bir sınavım olduğunu hatırlıyorum her golden sonra "gol mü oldu gooolllll!" diye haykırarak salona koştuğumu dün gibi anımsarım. Hatta bir misafirlikteydik, kendi evimizde olsaydık daha da farklı olurdu belki de kim bilir? Devre arasından sonra o moralle dersime oturdum. İkinci yarıyla beraber içeriden gelen gol sesleri kesilmişti, ders çalışmayı noktalayıp merakla içeri gittiğimde ev sahibi Ekrem Amca'nın serzenişlerini duydum, babam sessiz duruyordu, televizyona baktığımda skorun 3-2 olduğunu gördüm. Bu skorla eleniyorduk ama maçın bitmesine daha vardı. Koltuğa oturup ekrana kilitlendiğimde o zaman gencecik olan daha sonra Beşiktaş'ta da oynayacak olan John Carew'in attığı golle yıkıldım. 3-3 olmuştu ve yapacak hiçbir şey yoktu. "Maçı izlememişsin sonra bize tarihten alıntılar yapıyorsun" dediğinizi duyar gibiyim. Maçı izlemenin ne önemi var, o gün yaşanılan sinir bozukluğu için Beşiktaşlı olmak yeter. O maçın ardından herkesin aklında kalan, maç sonrası Beşiktaş tesislerine giden öfkeli taraftarlar arasından bir adamın o zamanki kaptan Şifo Mehmet'e (Mehmet Özdilek) "kaptan devre arasında oğlum yattı, sabah ben ona ne diyeceğim?" diyerek ağlamasıydı. Keşke ben de devre arasında yatsaydım diyeceğim ama sabah daha kötü olurdu herhalde. Devre arasında yatan çocukla muhtemelen yaşıtızdır zaten, ona da sabır diliyorum. Ertesi günkü sınavı hatırlamıyorum, o zamanlar çok başarılıydım 5 almışımdır muhtemelen ama kimin umrunda?

Çocuk yaşta böyle bir travma yaşadıktan sonra, her türlü futbol mucizesine inanıyorsunuz. "Yok artık o saatten sonra maç verilmez zaten" laflarına Beşiktaşlı kimsenin inanmaması gerekir. 2000 yılında Barcelona'yı 3-0 yendiğimizde ne kadar mutluysak, iki hafta sonra Leeds United'tan 6 gol yediğimizde de o kadar şaşkındık.

9 Aralık 2003'teki Şampiyonlar Ligi son maçlarının son dakikasında yaşadığımız üzüntüyü de sizlere anlatmalıyım. Bu olayı çoğu kişi es geçer ancak unutulması mümkün değildir. Şampiyonlar Ligi'nde grupların son maçında Almanya'da Beşiktaş-Chelsea ve Prag'da Sparta Prag-Lazio karşılaşıyordu. O dönem İstanbul'daki bombalı terör saldırılarından ötürü maç güvenlik gerekçesiyle Almanya'da oynanıyordu. Gruplarda hiç de fena sayılamayacak bir performans gösteren Beşiktaş, gruptan çıkıp ikinci tura yükselmeye çok yakındı. Öyle bir avantaj vardı ki yenilsek bile Sparta Prag'ın puan kaybetmesi halinde bile gruptan çıkacaktık. Nitekim 2-0 yeniliyorken, Prag'daki maçın 0-0 olduğunu bilmemiz bizi çok da üzmüyordu. Son dakikalara girildiğinde Beşiktaş maçını veren Star sağ altta küçük bir ekran daha açıp Sparta Prag-Lazio maçını vermeye başladı. Bir anda Beşiktaş maçını bırakıp küçük ekrandaki maça baktım ve gözlerimin önünde Lazio kalecisi Peruzzi'nin boşa çıkarak topu ıskaladığını ve Sparta Prag'ın 1-0 öne geçtiğini gördüm. Olamayacak tek şey olmuştu. Sanki Star bunları önceden biliyormuş gibi her şeyi ayarlamıştı. Star'a mı kızsam, Peruzzi'ye mi sövsem derken salonda tek başıma sağı solu tekmelediğimi hatırlıyorum.

Bu iki olayın ardından tarihimizde kara bir leke olan 8-0 lık Liverpool maçı inanın o kadar üzmemiştir beni. Sadece başta Türk taraftarlar olmak üzere diğer takım taraftarlarına malzeme verdiğimiz için üzgündüm.

2003 Mart ayında İstanbul'da Lazio ile oynadığımız UEFA Kupası çeyrek final maçı ve dün akşamki Dinamo Kiev maçı yine hatırlamak istemediğim akşamlardandır. Özellikle dünkü maçı haftalardır bekliyorduk ve sonucu tam bir hayal kırıklığı oldu. Teknik yorumlara girmek yersiz, ben sadece bir taraftarım ve kilometrelerce uzaklıkta bile aklımda sadece bu aptal oyun var. Bu sabah kalktığımda sevdiğim kız tarafından terk edilmiş gibi hissettim desem abartmış olmam. Daha önce terk edilmedim ama sanırım böyle bir his olsa gerek. Bizim yaşadığımız bu hayal kırıklığını ve üzüntüyü acaba dün akşam oynayanlar ve oynatanlar da hissediyor mu gerçekten çok merak ediyorum.

Böyle bir blog yazmayı planlamıyordum. Çok kişisel ve ana fikri olmayan bir yazı oldu ancak içimi dökecek başka bir ortam yok inanın. "Bırak şu Beşiktaş'ı yeter seni çok üzdü, karın doyurmuyor Beşiktaş" diyen sevgili annemi de anlıyorum. Ancak çok garip bir his, anlatılacak gibi değil.

Beşiktaş'a başarılarından dolayı değil (sportif başarı açısından üçüncü kulüp olduğunu inkar edemeyiz) de bize yaşattığı bu duygu silsilesinden dolayı daha çok bağlanıyormuşuz gibi geliyor. Bazen "Lanet olsun seninle tanıştığım güne, neler yaptın bana?" diye yakasına yapışmak istiyorum ama sonra tekrar tekrar uyuşuyorum.

Tüm Beşiktaşlılara geçmiş olsun, önümüzdeki maçlara bakalım artık.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...



28 Ocak 2011 Cuma

On Beş Tatilde Ne Yaptın?

Sınav haftamda ite kaka ilerlerken son düzlüğü öyle ya da böyle geçeceğimden emindim. Eve dönmeme beş gün ve önümde son sınav kalmışken dramatik bir şekilde albüme adını veren parça niteliğindeki dersimden hocamın da acımasızlığı ile bir puanla kalmıştım. Listede çizginin tam üstümden çekilmesi yeteri kadar sinir bozucu iken bir de gayrı ciddi parti ve eğlence tabanlı Erasmus gençlerinin dersten elini kolunu sallaya sallaya geçtiğini düşündükçe kendime sövüyordum.

Kısa bir süre sonra yapılması gereken tek mantıklı şey olan bir sonraki sınavıma odaklanmaya çalıştım. İş kazası denilebilecek bir olayı kafama takıp takmamakla cebelleştiğim bir hafta sonunun ardından pazartesi sabahı son sınavımı da vererek aileme kavuşacağım ertesi günü beklemeye koyuldum.

Helsinki'den İstanbul'a havalanırken bir yandan Türk Hava Yolları'nın bize vereceği yemeği düşünürken öte yandan Letonyalı ucuz hava yolu şirketi Air Baltic'tan vazgeçerek doğru bir karar verip vermediğimi sorguluyordum. Aylardır hasret kaldığım gerçek pilavı yedikten sonra pişman olmadığımı anladım. Yanımdaki Fin abinin özellikle Efes Pilsen istemesiyle ise iyice mest oldum.

İstanbul'a indiğimde bilete göre bir saatten fazla vaktim olması gereken İzmir uçağına rötardan dolayı sadece 15 dakikam kalmıştı. Tekrar güvenlik kontrolünden geçip kapıya koşarken pantolonumun bu heyecana dayanamadığını ve belimi terk ettiğini fark ettim. Görevli genç hanımlara rezil olmamak için bir anda aynı hızla geriye doğru koştum, gerekli önlemleri alarak ve tekrar koşarak kapıdan geçtim.

İzmir'e indiğimde havaalanından evime giderken yeni hizmete girmiş İZBAN adındaki raylı sistemi kullanacağım için sebepsiz bir heyecan içindeydim. Aradaki yirmiye yakın istasyonu durak isimlerini söyleyen ablanın sesinin yolun yarısında kesilmesine rağmen dikkatli dikkatli sayarak eve geldim.

Eve girdiğimde her şey şahaneydi. İnsanlar benimle yemek yemek için akşam 10'a kadar aç kalmışlardı, bir anda mahcup oldum. Ağır bir grip geçiren ve bu nedenle beni havaalanından alamayan babam ise üzgündü ve kusuruna bakmamamı tekrarlıyordu sürekli. O tekrarladıkça ben de "Önemli değil" diyor ve tekrar tekrar öpüyordum babamı.

Birkaç gün sonra ya hava değişiminden, ya dışarıda kendimi çok yorduğumdan ya da aşırı baba özleminden dolayı hasta oluverdim. Helsinki'de bir kere bile hapşırmamış öksürmemiş ben, şimdi ciğerlerim çıkarcasına öksürüyordum.

Yılın son haftasına girerken iyileşmek için elimden geleni yapıyordum. Anneannem ve kuzenlerimle evde kutladığımız yılbaşı gecesi bir şeyim kalmamıştı ama akşam yemeğinde içtiğim ev şarabının ya da son dönemlerde baş gösterdiğini hissettiğim yaşlılık psikolojisinin etkisiyle saat 11 sularında uykum gelmeye başladı. 23 yaşımdayken yeni yıla uyuyarak girersem kendimi asla affetmeyecektim. Koca koca bardaklarla çay içip kendimi ayılttım ve 2011'e mutlu bir şekilde girdik.

Gece 1 sularında Bostanlı'ya favori mekanım Cerveza'ya gittiğimde insanların kendinden geçtiğini gördüm. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içmişlerdi (!) ve bizden de bunu istiyorlardı. İlerleyen dakikalarda gözümde ve burnumda garip bir yanma hissine kapıldım ve hapşırmaya başladım. Kısa bir süre sonra biber gazı ile yapılan bir eşek şakasının kurbanı olduğumuzu anladım. İnsanlar o kadar tatlı sarhoş olmuşlardı ki "Kim attı bunu?" diye söylenen tek kişi bile çıkmadı. Meşhur biber gazı ve yaklaşık iki hafta benimle yaşayacak gözlerimin etrafındaki kızarıklarla o gece tanıştık.

Finlandiya'ya dönme günler kala beş yıl aradan sonra doğum günümü ailemle kutlama mutluluğuna da erişerek benim için sıradan olmak üzere olan tatilimi bir anda çok anlamı bir hale getirmiştim. Her ne kadar abartmaya çalışsam da artık anladım ki doğum günleri de sıradan birer gün ancak insanların sizi öyle ya da böyle hatırladığını bilmeniz elbette mutluluk verici...

İşte bütün bu güzel ve ilginç olaylardan sonra ikinci yarının nasıl geçeceğini merakla ve heyecanla bekliyorum. İki sene önceki tecrübelerime dayanarak düşündüğüm tek şey Finlandiya'da baharların bir başka olduğu gerçeği ve önceki bahar döneminden kalma bazı yanlışları düzeltme ihtiyacım...

Bir de o bela dersi vermek tabii ki...

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın...