29 Ocak 2013 Salı

Tutarsızlık Çöplüğü

Başlığı okuyup 'yine geldi, kafamızı ütüleyecek' diye hiç hayıflanmayın sevgili okurlar, öyle ciddi bir derdim yok. Rafların tozunu alıp günlüğü tazelemek istedim biraz. Hayatın sıradanlığına bir çözüm buldum desem yalan olur ama artık bunca zaman geçirdiğim bu topraklar için 'Kış geldi, etraf karanlık üstelik hava da çok soğuk' demek 2009'da milyonlarca satan bir albümün (!) belli şarkılarını remix yapıp tekrar piyasa sürmek gibi bir şey olur sanırım. Fotoğraf makinesiyle oynama, gitarın tellerine tekrar dokunma veya okunmamış kitap sayfalarına göz atma önemli atılımlar olsa bile yanıbaşımda kafasını şişireceğim kimsenin bulunmaması itiraf etmekten korktuğum ancak gözümü her kapattığımda bana sırıtan acı bir gerçek maalesef.

Dışarı çıktığımda kalın montlara sarılı, boyları 1 metre bile olmamış çocuklarla annelerinin gözetimi altında karşılıklı gülümsemeler veya tek başıma gitmeyi tercih etmek zorunda kaldığım bir barda 'Nasıl gidiyor bakalım? Ne vardı da geldin buraya?' diyen kafası güzel Fin elemanlara 'Olur mu hiç? Bakmayın böyle durduğuma, aslında ben pek mesudum burada' gibi müzikal repliği tadında bir karşılık verip birbirimize içki ısmarlayacak derecede ilerleyen muhabbetler insanı her daim iyi hissettirse de evden giden kişi olarak arkada bıraktıklarımı onların beni özlediğinden daha çok özlemem hiç hoşuma gitmiyor. Özlediğim insanların yanına gittiğimde birlikte geçirilen zamanların verimliliğinin akıl almaz derecede yüksek olması benim 'uzakta olan, her zaman gelmeyen' adam oluşumdan kaynaklı olabilir belki. Yılda 2 kez de olsa memlekette geçen o kısa günlerin büyüsünü bozmamak için buradaki 'yalnız kovboy' triplerine katlanacağımdan korkarım. Hatta zaman zaman 'Benim tazeliğim bir haftada ölür, insanlar da bir yere kadar tahammül eder; ulan ben de ölüp bitmiyorum hiçbirine, böylesi güzel' diye terbiyesizleşeceğimden endişlenirim.

Bu korku ve endişeler aslında yalnızım ayağına şımartılmak isteyen, dışarıya 'büyümemiş çocuk' imajı vermekte çekince görmeyen biraz bencil fakat özünde zararsız; hala gezmek istediği onlarca ülke olan ama artık tren istasyonlarında ve havaalanlarında sabahlamak istemeyen bu bünyeyi yıldırmaz diye düşünüyorum. Sadece can sıkıntısından yazılmış ve içinde hiçbir mutsuzluk öğesi bulundurmayan bu satırlar kimsede olumsuz etki bırakmasın ama kandaki tutarsızlık miktarını en yakın sağlık ocağında ölçtürmek için güzel bir neden olsun. Hadi bakalım!

29 Temmuz 2012 Pazar

Yeni Sezon Fragmanı

Ağustos için falımda gözükenler aile saadeti, iş arama veya askerlik demişim aralık ayında isteksiz bir öngörü ile. Ağustos ayına günler kala çiçeği burnunda doktora öğrencisi olarak gelecek ile ilgili tüm belirsizliğimi 3 yıl ertelettim ve tabii karamsar bloglar yazmayı da.

Doktora öğrencisi kulağa "öğrenci" içeriğinden dolayı hala dersler altında boğulan kişi gibi geldiğinden okuldaki işimi göz önüne alarak "araştırma görevlisi" gibi çok daha heybetli bir ünvanı kullanmak daha iyi sanırım. Bunu söylerken sesimi bazen özellikle kalınlaştırıyorum ki insanlar neyi araştırdığımı sormaya cesaret edemesinler.

Temmuz ayında herkesin yazlıklara kaçtığı güzel Finlandiya'da bir haftacık kısa Türkiye maceramdan aklımda kalan belli başlı şeyler cehennem sıcağı ve sevimli yeğenlerim Alp ve Mert oldu. Çocukları uzaktan seven bendeniz dayı olmanın verdiği şevk ile sürekli özler oldum sevimli yaratıkları. Ailemizin yakın tarihindeki ilk ikiz olduklarından dolayı kendi içimde bazı şüphelere de düşmedim değil tabii. "Ya birine daha fazla ilgi gösterir diğerini ihmal edersem?" kaygısı içimi kemirse de zaman zaman yüzüme iki tokat atıp kendime geliyorum kısa sürede...

Finlandiya'daki üçüncü yılıma girmek üzereyken hala Finceyi İbrahim Yattara'nın Türkçesi kadar bile konuşamadığımı farketmek ise beni derinden yaralıyor. Son iki gündür kendimi dışarılara atıp satıcılarla pratik yapıp kapasitemin sınırlarını zorlayarak teselli ediyorum kendimi.

Bu topraklarda geçirdiğim iki yıla şöyle bir baktığımda, ilk yıl gerçekten çok sıradan, kaygısız ve beklentisiz geçmiş; ikincisi ise okul ve özel hayat çatısı altındaki sürekli değişimlerle unutulmaz olmuş sanki. Ne olursa olsun insanın büyüdüğünü hissetmesi iyi bir gelişme ama bunun bir doyum noktası yok mu diye soruluyor ister istemez. Mesela 40 yaşıma geldiğimde de "Artık kafama bunları takmayayım kaç yaşıma geldim, ayıptır" diye özeleştiri mi yapacağım yoksa "Aman ben de buyum böyle kabul edin" diye kaybetme korkusundan uzak haykırışlarda mı bulunacağım çok merak ediyorum. Kırkını geçmiş insanlara sormak lazım bunu. Ama şu da bir gerçek ki zaman ürkütücü bir şekilde hızlı akıyor ve bizden risk almamızı istiyor. Daha yeni yeni kendi ayaklarımızın üstünde durmaya başlayan bizler ileride daha büyük sorumluluklarla karşılaşınca neler düşünceğiz, nasıl tepkiler vereceğiz kim bilir?

Finlandiya'da ağustos ayı insanların yaz tatilinden döndüğü, okulların açıldığı dönem olduğu için yıllar boyunca eylül ayında girmeye alıştığım ruh haline ben bu ay bürünüyorum Türkiye'de tatilin tadını çıkaran insanlara nazaran. Ayrıca okunacak birçok kitap, izlenecek sürüyle film, öğrenilecek koca bir lisan, hacmi nispeten azaltılabilecek bir göbek ve parasını çıkartmak zorunda olduğum eski ama bir o kadar da güzel beyaz bisikletimle giriyorum yeni sezona. Bu dönemi farklı kılan özellik ise yakın zamanda karşılacağım olası kazanımların kıymetini daha çok bilmek adına başta Beşiktaş olmak üzere tüm gelişmelere karşı beklentilerimi düşük seviyede tutmam tabii ki.  

Yazmaya yazmaya hamlayan bünyenin bir sonraki blogda daha büyük şevk ile maceralarını paylaşması da bir başka dileğim elbette. Bekleyelim görelim...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Bekleme Odası

"Bir önceki duygu yüklü ve bir o kadar da umut dolu yazının ardından yeni yılın ilk ayını bitirmemize bir gün kala ne umdum ne buldum" diye düşünüp taşınırken kendimi yine bu kutsal sayfada buluverdim. 2011 bittiğinde vitrindeki arkadaş ödüllerimden bir tanesi sorgusuz sualsiz geri alınmış, hayata bakış açımda radikal değişikler yapmaya zorlanmıştım.

Bu değişiklik kararı "Yeni okul dönemi başlasın, eşşekler gibi ders çalışacağım" gibi hiçbir zaman pratikte başaramadığım kararlar gibi olmamalıydı. Ödülümün neden alındığını sormayarak işe başladım. Gerçekten çok iyi bir başlangıçtı. Ameliyat sonrasındaki gibi ufak tefek ağrılar vardı ama kendimi çok iyi hissediyordum. Artık 2011 ile vedalaşmam gerekiyordu ve yeni yıl için yeni bir sayfa değil adeta yeni bir defter gerekliydi.

Yılbaşına denk gelen hafta sonu St. Petersburg'a gitme kararı sandığımdan daha çok işe yaradı. "Ruslar canımıza okuyacak, biri cüzdanımızı diğeri böbreğimizi alacak" paranoyası yersiz çıkmıştı. Tahminimden daha çok eğlenmiş, daha da önemlisi "eğlenmek" kavramını tekrar hatırlamıştım.

Helsinki'ye geri döndüğümüzde yeni yılın farklı olacağı inancımı körükleyen en önemli faktör olan ev taşıma hadisesi belirdi. Rusya'daki tüm eğlenceyi unutturacak kadar eziyetli bir günün ardından arkadaşlarımın da yardımıyla 20 metrekarelik minik stüdyo daireme kavuştum.

Taşınma işinin ertesi günü ise hocalarımla yüksek lisans tezim için kritik bir toplantım vardı. Toplantının ardından da 6 ay sonra İzmir'e 10 günlük bir tatile gidecektim. Hocalara "Ben hafta sonu Rusya'da alem yaptım, onun üstüne de ev taşıdım. Siz başlayın ben sonra katılırım tamam mı?" deme şansımın olmadığını fark edince işi tamamen oluruna bırakıp gözümü kapatıp odaya girdim. Birkaç politik söylemin ardından tatilde de çalışacağımın sözünü verip aferin aldıktan sonra bana tezi bitince ne yapacağımı sordular. Evet bana karşı boş değillerdi. Bir ay önceki asi söylemlerimi unutup burada kalıp onlarla çalışmak istediğimi söyledim ve karşılığında da "Hmm" aldım. Bu "Hmm"ı ileride "aramıza bir kez daha hoşgeldin"e çevirme fırsatını sunmuştu bana yeni yıl. Mutlu bir şekilde odadan çıkıp eşyalarımı toplayıp İzmir'e gittim.

6 aydır görmediğim aile, eş, dost ve akrabanın ilgisi beni mahcup edecek kadar yoğundu. Kendimi bir an çok şanslı hissettim fakat o an fark ettiğim acı bir gerçek vardı. Ben onların yanında özlenen insan olma rolünden psikopatça bir zevk alıyordum. Eve kalıcı olarak dönersem bu rolü benden alabilirlerdi. Üstelik Türkiye'de yaya geçidinde arabalar durmuyor üstüne daha da hızlanıyorlardı. O an kesin dönüş için henüz erken olduğuna karar verdim. Finlandiya'da garip bir hayatım vardı ama kendimi artık oraya ait hissetmeye başlamıştım.

Helsinki'ye dönünce önce yeni evimi yaşanacak bir yere benzettim. Tezi layıkıyla bitirirsem önümdeki üç dört yıla sağlıklı bir şekil verebileceğim gerçeğine inanmaya, buna motive olmaya çalıştım. Şu an bunu tam olarak başardığım söylenemese de elimden geleni yaptığım bir gerçek.

Kafamı yoğunlaştıracak şeylerin olduğunu keşfetmenin mutluluğunu yaşarken bir öğleden sonra babamın beni arayıp "Dayı oldun tebrik ederim" demesiyle daha önce tatmadığım duygulara kapılmıştım. Babamın kendine has soğukkanlı ses tonuyla "Bebekler, ablan, herkes iyi, çok mutluyuz Can Baba" demesini sanırım hayatım boyunca unutmayacağım.

Küçük ama tamamen bana ait olan dairemde bangır bangır müzik dinlemenin keyfini çıkarırken sahip olduğum hayatın güzelliklerini bu kadar geç fark ettiğim için kendime kızmıyor değilim. İki ay içinde bitirmem gereken bir tez olmasına rağmen uzun zamandan beri ilk kez kendimi bu kadar rahat ve özgür hissediyorum. Umarım bunun da dozunu ayarlamayı başarırım.

Finlandiya her ne kadar hastanelerdeki bekleme odasını andırsa da, burada tanıştığım insanların hemen hemen hepsi tedavisini olup eve dönecek olsalar da ben o odada kurulan samimiyetten memnunum sanırım. Hatta tedavi sıramı başkasına devredip eve dönüş vaktimi erteleyebilirim çünkü acele etmemi gerektirecek bir neden yok.

Bu blogun benim kişisel motivasyonum için bir kum torbası olmamasını, okuyanların "Adam geçen ay reddedildi, yalnız kaldı, neye uğradığını şaşırdı. Şimdi de bunalım yapmamak için kasıyor, biz de okuyoruz. Ayrıca o tez de b*k biter, tıpış tıpış döneceksin işte" dememesini aksine "Biz de ablamıza abimize söyleyelim çocuk yapsınlar" demesini isterim; fakat bu satırları ilaç niyetine okuyup çalınan vakitlerine yanan olası depresif ruhlara bir de Mor ve Ötesi'nin Gül Kendine adlı parçasını dinlemelerini öneririm. Dünya kadar güzelsin aslında dünya sensin, her şey açık her şey kolay...

Şarkı sözü bile yazdım, bakalım bir sonraki yazıda hangi yöntemi kullanacağım? Kendinize iyi bakın...


9 Aralık 2011 Cuma

Hayata Dair Konuşacak Bir Şeyim Yok, Çocukluktan Yiyorum

7 aya yakın bir süre blog yazmayınca, en iyisinin bodoslama konuya girmek olduğunu düşündüm. Yazı ve başlık uyumu muhtemelen olmayacak ama geçtiğimiz günlerde gülmek için açtığım karikatürün birinde okuyup son derece etkilendiğim bu sözü paylaşmadan edemedim.

Artık eskisi gibi çok uzun yazmanın anlamı yok. Hayatımda bazı şeylerin tıkandığını hissettiğim zaman sığınacağım tek yer burası kuşkusuz. Son 7 ayı özet geçip, 2012'ye dair umutlarımızı belirttikten sonra evlere dağılabiliriz. "Çocuklar sabahtan beri dersteyim, artık sesim çıkmıyor lütfen bağırtmayın beni" diyen bir öğretmen edasına büründüğüme bakmayın, anlatacak şeylerim var aslında.

Yaz tatilini yarıda kesip temmuzda tekrar Finlandiya'ya dönmemin tek sebebi, biraz daha ders almakla beraber Fince kursuna giderek bitirme tezime erkenden başlamak ve insanlara "Bakın insanlar tatil yaparken ben fedakarlık yapıyorum çünkü bu ülkede uzun yıllar kalmak istiyorum" mesajını vermekti. Bütün yazı "Ya tez için bana proje bulmazlar da beş kuruş almadan kendi başımın çaresine bakarsam?" paranoyaları ve ağustos ayındaki Fince kursunda verilen ağır ödevlerle cebelleşerek geçirdim. Sonuçta kurs bitti, beş gün sonra da proje buldum ve aylardır hayalini kurduğum konuma eriştim.

"Bana ömrümde şöyle adam akıllı para kazanma hissini yaşatsınlar, yemin ediyorum başka bir şey istemem" dediysem de insanoğlunun açgözlülüğünü unutmuştum. Açgözlülük demeyelim aslında, sadece hayatımdaki bir diğer ve belki de bu sayfalarda bahsetmekten her zaman kaçındığım o eksiklik kendini göstermişti. "Bu işi parayla yapanlar var onlara neden danışmıyorsun?" diye sorarsanız yazının geri kalanını okumayın rica ederim. Yazarın bu paragrafta vurguladığı şey aşktan başka bir şey değil kuşkusuz.

Yeni sezon bambaşka olacak derken, yine son düzlükte tökezledim ve taraftarlarımı üzdüm. Bir tarafta "önemsemiyormuşsun gibi davran, o zaten kendiliğinden gelecek", öte tarafta ise "sevdiğini sonuna kadar belli et, acı çek, güzel olan şeyler kolay kazanılmaz" felsefesi dururken dengede giden bir ilişkinin sevgililik-arkadaşlık yol ayrımında istemediğim tarafa saptığını fark ettiğimde birçok şey için maalesef çok geçti. Tanışmamızın ilk günlerindeki kahverengi deri ceketli, karizmatik, bırakın kızları erkeklerin bile "Vay yavrum" dediği adam gitmiş, "Biliyorum çok yoğunsun ama yemek yiyelim mi? Söz çok uzun sürmez" diyen aciz, acınası bir adam gelmişti. Kısacası güzel, karakterli ama hayatında aşka en son sırada yer vermeye yemin etmiş birinin gözünde yine sadece "önemli, değerli ve hiçbir zaman unutulmayacak bir arkadaş" ödülünün sahibi olmuştum. Evimde bu ödülden çok vardı. Bazen hepsini çöpe atmak istiyordum ancak mantıklı düşününce olayları akışına bırakmak yapılacak en iyi şey galiba. "Tek derdi aşk acısı olan adam" gömleği üstümde nasıl duruyor bilmiyorum ama varsın dolabımda giyeceğim tek şey bu olsun.

İleride bu satırları okuyup, "Kimdi bu kız? Ya açıklarsın ya da al mektuplarını, ver mektuplarımı" diyen biri olur mu bilinmez fakat karnı tok olan bizlerin hayatında var olan en önemli olgunun bünyemdeki etkisini paylaşmasaydım da ne yapsaydım?

Tezim bittiğinde başka ekmek kapısı bulamazsam, "Bana yaşattığı yalnızlığa rağmen eğer dönmek zorunda kalırsam çok üzülürüm be abi" dediğim Finlandiya'dan üzülme seviyesini bir kademe düşürerek ayrılıp beni mutlu gözlerle bekleyen ailemin yanına döneceğim sanırım. Bazı şeyleri konuşmak için çok erken de olsa, 2012'de falımda gözükenler aile saadeti, iş ilanları veya askerlik. Öte yandan geçen hafta bana sunulan ve önümüzdeki ay taşınacağım 20 m2'lik stüdyo dairemde geçireceğim zamanlar aklıma gelince de, "Ev değişirse, yeni bir renk ve motivasyon kaynağı gelir. Hocalar doktoraya kal diye ısrar etse keşke" diye içimden geçirmiyor değilim.

Ufak tefek hayal kırıklıklarına rağmen burada her şey yolunda. Ayrıca sıkıldığım zaman oyunu kaydetmeden çıkıp yeni bir oyuna başlama lüksümün olduğunu hatırladım. Bu nedenle karanlık ve soğuk kışa rağmen hayatın tadını çıkarabildiğim kadar çıkarmak yapmam gereken yegane şey sanırım.

Bir sonraki yazıda hayata dair konuşacak daha çok şey olması ama yine de çocukluktan yemem dileğiyle...

Çok zorladım ama olmadı galiba ne başlıkmış ya!

19 Mayıs 2011 Perşembe

Günlüğün Panaroması

Blog sayfamı açalı iki yıldan fazla olunca insan "en iyiler" veya "unutulmayanlar" gibi bir bölüm hazırlamak istese de daha gerçekçi düşünüldüğünde bugünkü yazıda blog yazmaya başladığımdaki beklentilerim ile okuyucuların beklentileri üzerine bir şeylerden bahsetmek daha doğru olacaktır değerli okurlar.

Şubat 2009'da sevgili dostum Saygın'ın "Finlandiya Günlükleri" adlı blogunun etkisinde kalarak o dönemdeki hislerimi doyasıya paylaşmak amacıyla "Japonlar yapmış bizim neyimiz eksik abi?" felsefesiyle ben de bir blog açmaya karar verdim. İlk yazım sauna sefamız sırasında serinlemek ve kendimizi çılgın hissetmek maksadıyla dışarıya çıkıp, kilitli kapıyı istemeden arkamızdan kapatmak suretiyle saunaya geri dönemememiz ve akabinde yaşadığımız panik üstüne kuruluydu. Beklediğimden çok daha fazla bir ilgiye maruz kalınca, kendimi çok özel hissettim, hatta insanların işi gücü bırakıp her gün yeni yazımın çıkıp çıkmadığını kontrol ettiklerine bile inandım. Şimdi dönüp o zamanki yazılarıma baktığımda "ehueuhe, :), valla, dimi" gibi unsurlar barındıran üslubumu hiç beğenmediğimi söyleyebilirim. Zaman zaman komik olma çabasıyla yaptığım zorlama espri girişimlerini de o dönemin toyluğuna verip usulca gülümsüyorum sadece.

İlk zamanlar iki günde bir yazarken, Erasmus sonrası yaşadığım yoğunluk sebebiyle neredeyse bir yıl klavyeye dokunmadım. İkinci Finlandiya seferimde ise her tarafıma işlemiş üşengeçlik ve tembellik virüsü yüzünden takipçiler varsa sıkılmasın diye ayda bir kez bir şeyler karaladım. Geçen ay çok ufak bir sayfa düzenlemesi yaparak, blogu görüntüleyenlerin sayısına ve sadece 30 takipçisi bulunan sevimli twitter sayfama blogumda adeta "son dakika" misali küçük bir köşe ayırdım. İtiraf etmek gerekirse 2 yıl boyunca bloga görsel olarak bir şey katmayı hiç düşünmedim. Fotoğraf eklemem defalarca önerilse de, başta üşengeçlik daha sonra da "Posta, Star gazeteleri gibi olur, bize Cumhuriyet okumak yakışır" ilkesiyle bundan vazgeçtim. Yapıp yapabileceğim en güzel yenilikleri tamamladıktan sonra, istatistikler adındaki bölüm dikkatimi çekti. "Bunca zaman bununla nasıl ilgilenmemişim?" diye düşünürken, bloguma çeşitli ülkelerden Türkçe okuyup anlayabilen binlerce ziyaretçinin geldiğine ve bloga hangi yollardan ulaştığına dair çarpıcı örneklerle karşılaştım.

Blogumda toplamda en çok ve her gün ortalama 10 kez görüntülenen yazı Riga ve Vilnius gezilerimin izlenimleri olarak karşımıza çıkıyor. Mutlaka bu insanlar benim eşsiz karizmam için değil, Riga ve Vilnius gece hayatını, güzeller güzeli hanımlarını merak ettikleri için arama motorlarının cilvesi ile buraya düşüyorlar ve muhtemelen yazıyı okuduktan sonra haklı olarak "Ne odun adammış hiç ortamlara akmamış" diye düşünüyorlar. O geziye dönemin şartlarından ötürü tek başıma çıktığım ve gece hayatının kötü kalpli insanlarının zaman zaman benim gibi saf gençleri oltalarına düşürmek amacıyla yem olarak kullandıkları çekici hanımlardan korktuğum için hostelin barından dışarı çıkmamıştım. Bugün gitsem o kadar korkmam ama kendimi uzun zamandır yaşlı bir kaplumbağa gibi hissettiğim için yine hostelden dışarı çıkmam sanırım.

Riga ve Vilnius gece hayatı blogdaki misafirlerimin en çok arattığı anahtar sözcükler olmuş. Dikkatimi çeken diğer sözcük grupları ise "giden ben değilsem gelen kim", "finlandiya insanı sarışın mı" ve en korkuncu "liseli kızların kendi aralarındaki öpüşmeleri". Sonuncusuna inanmak istemesem de olası bir sansür uygulamasında Blogspot'un yasaklanmasında payım olacağını düşünmeye başladım şimdiden.

Güzide okulum ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu hakkındaki yazım sanıyorum topluma en faydalı yazım olmuştur. Erasmus döneminde yaşadığım ufak tahribattaki hayal kırıklığım ve Beşiktaş'ın beni ve tüm taraftarlarını nasıl kanser ettiği konulu yazılarım ise en kişisel, kimi kendini bilmeze göre en lüzumsuz bloglarımdır. Eylül ve Ekim 2010'da yazdığım bloglar ise içime en çok sinen, en çok beğendiğim yazılardır. Son dönemlerde yazım kurallarına büyük hassasiyet göstersem de arada hatalar yapmak kaçınılmaz oluyor. Yine de dahi anlamındaki "de"yi ayrı yazarak, birçok üniversite mezunu arkadaşıma göre bir adım önde olduğumu bilmekle gurur duyuyorum her gece.

Blog ile ilgili olumlu yorumlar aldığımda öğretmenimin ilkokul yıllarımda "Aferin Can, bakın çocuklar Can nasıl yapmış, aferin çocuğum" dediği zaman hissettiğim gururu ve utancı yaşıyorum. İlgi çekmek her zaman hoşuma gitse de artık Facebook sayfamdan blogun reklamını yapmak istemiyorum, çünkü Facebook kullanımımı en aza indirmek için var gücümle çalıştığım bu dönemde daha önceki duyurularımın ardından bir kez okuyup beğenmişlerse yine kendi iradeleriyle gelirler diye umuyorum.

Araya sıkışmış ama her zamankinden daha içten gelen bu yazıyı noktalarken havanın artık saat 11'de kararmaya başladığı serin bir Espoo akşamında camdan beni dikizleyen sincapların selamını siz değerli okuyucularıma iletmeyi bir borç bilirim.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...

20 Nisan 2011 Çarşamba

Finlandiya Tarihi Özeti

Yüksek Lisans programının bana sunduğu 20 kredilik seçmeli ders hakkını en verimli nasıl kullanırım diye kara kara düşünürken bir anda karşıma çıkan sadece 1 (bir) kredilik "Get to know Finland" adında Hayat Bilgisi kitabımızın 5. ünitesinin adını anımsatan güzide dersi almaya karar verdim. Dersin sınavını da dün sabah vererek ve bir kredilik dersin sınavından bırakılmayacağını varsayarak kendisiyle tüm ilişiğimi kestim. Dersin ardından aklımda kalan ve sizlerle paylaşmak istediğim birkaç konudan en önemlisinin Finlandiya Tarihi olduğunu söylemek zorundayım.

Elbette bahsettiğim konu internette ansiklopedik bilgi şeklinde bulunabilir ancak bu gibi sitelerde önceliğinizin Finlandiya Tarihi olmayacağını göz önünde bulundurarak sizlere birkaç anekdot aktarmak istiyorum sevgili okurlarım.

"Finlandiya için 12. yüzyıla kadar pek net bir şey söylenmiş değil" diyerek tarih ile ilgili bir yazıya başlamak gerçekten utanç verici ama bu maalesef bize öğretilenin ta kendisi. 12. yüzyılın ortalarında İsveç ve Rusya arasında kalan bu bölgeyi İsveçliler doğu kısmı dışında alarak maceraya başlamışlar. 600 yıldan fazla sürecek bu uzun süreçte Finlerin hiçbir zaman köle olmadıklarını söylemekte fayda olsa da, bağımsızlık kavramının ne olduğunu da hiç akıllarına getirmediklerini belirtmek gerekir. Turku adlı güzel şehir bu dönemde kurulmuş ve Finlandiya'nın merkezi olmuş. 16. yüzyılda Avrupa'da esen Reform rüzgarları Finlandiya'ya da ulaşıp ve Finlerin kendi dillerini fark etmelerine yol açıp İncil'in Fince çevirisini yapmalarına vesile olsa da İsveççe baskınlığını hiçbir zaman yitirmemiş. 17. yüzyılda İsveç Krallığı iyice coşup Rusya'da kalan doğu toprakları da ele geçirmiş ve Finlandiya'da da iyice kadrolaşıp İsveççe'nin etkisini daha fazla kuvvetlendirmiş. Bu durum bugünkü Finlandiya'da resmi dil olarak Fince ile birlikte neden hala İsveççenin de kullanıldığının bir açıklaması olarak düşünülebilir. 

Tarih yolculuğumuza geri dönecek olursak, İsveç'in bu "asarım keserim" havaları da her güzel şey gibi son bulmuş ve Rusya'nın Osmanlı'ya da çok çektiren efsane dönemi olan 19. yüzyılın başlarında, 1809 yılında Finlandiya Çarlık Rusyası'na dahil olmuş. Bu dönemin getirdiği en önemli değişiklik ise Finlandiya'nın artık vilayetlerden oluşan ve bağlı bulunduğu krallığın herhangi bir bölgesi değil de özerk bir dükalık olarak anılmaya başlamasıdır. Finlandiya Dükü bir Rus da olsa bu değişim İsveç Krallığı dönemindeki konumlarına göre çok büyük bir yenilik olarak görülebilir. İlk Finlandiya Dükü I. Alexander Finlandiya'ya bu değişimi daha da iyi tattırmak ve İsveç'e de çok sokulmamak amacıyla 1812'de Helsinki'yi başkent yapmış, 1640'ta Turku'da kurulan üniversiteyi de 1828'de Helsinki'ye taşımış. Bu üniversite ise bugün arkadaşlar arasında "Abi teknik okulda kız ne arasın? Kızların hepsi o okulda!" diye sitem ettiğimiz Helsinki Üniversitesi'nden başka bir yer değil elbette.


Rusya dönemindeki özerklik Finlere başta kendi dillerini kullanma ve kendi kültürlerini fark edip geliştirme açısından önemli bir dönem olmuş. Finlerin ünlü destanı Kalevala da Elias Lönnrot tarafından bu dönemde 1835'te yayınlanmış.

Unutulmaması gereken bir diğer konu da Avrupa'da kadınlara seçme hakkının verildiği ilk ülkenin Finlandiya olmasıdır. O dönemki eyalet meclisi tarafından verilen bu hakkı Fin kadınlarının Dünya'nın özgüveni en yüksek, en güçlü kadınları olmasının başlangıcı olarak görmek çok da yanlış olmaz sanırım. Helal olsun tabii ki, bir toplumda kadın-erkek eşit olmadıktan sonra ne anladık medeniyetten, öyle değil mi?

1917'deki Bolşevik Devrimi sonrasında karmaşadan faydalanan Finler "Fırsat bu fırsat bağımsız olmanın tam zamanı" diyerek 6 Aralık 1917'de bağımsızlıklarını ilan etmişler. Hemen akabinde Sovyetler Birliği destekli Kızıllar ile Almanya destekli Beyazlar arasında kanlı bir iç savaş patlak vermiş. Gustaf Mannerheim liderliğindeki Beyazlar bu savaştan galip çıkmışlar. Mannerheim 1939 yılındaki "Kış Savaşı" olarak bilinen Finlandiya ile Sovyetler Birliği arasında yapılan savaşta, kendinden sayıca çok üstün Sovyet Birliği'ne karşı başarılar elde eden Finlandiya'nın komutanlığını üstlenmesine karşın yenilgiden kurtulamamış. Bu savaşta özellikle Fin kayakçı birliklerinin Sovyetlere karşı olan mücadelesinin tarihe damga vurduğu söylenir. Kış Savaşı'nda kayaklı askerleri düşünmek çok abes olmamasına karşın, alışılmışın dışında olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Sovyetlere yenilen Finler bu sefer dönemin psikopat devleti Nazi Almanyası'nın Sovyetler Birliği'ni işgal etmesi ile birlikte kaybettiği toprakları geri alma umuduyla 1941'de Almanlarla birlikte savaşa girerler. "Devam Savaşı" olarak da bilinen bu olay sonucunda Almanların yenilmesi üzerine doğal olarak yenik sayılmışlar ve daha önce kaybedilmiş toprakların yanında birkaç ödün daha vermek zorunda kalmışlar. Savaşın favorisine oynayıp son maçtan kuponları yatıvermiş bir nevi.

Komutan Mannerheim 2. Dünya Savaşı sonuna doğru Cumhurbaşkanı olarak görev yapıp 1946'da bu görevden ayrılmış. Fakat kaybedilen savaşlara rağmen özellikle Sovyetlere karşı yapılan başarılı savunmaya önderlik etmesi ile Finlandiya tarihinde çok önemli bir yeri olan Mannerheim'e Finler Helsinki'deki en büyük caddeye onun adını (Mannerheimintie) vererek şükranlarını sunmuşlar.

2. Dünya Savaşı sonrası bir yandan Sovyetlerle iyi ilişki kurmak isteyen Finler öte yandan da Helsinki'de 1952 Yaz Olimpiyatları'nı düzenleme onuruna erişmişler. 1940'da düzenlenmesi planlanan oyunlar malum savaş nedeniyle 1952'de düzenlenmiş ve Finlandiya bu önemli fırsatı başarılı bir şekilde kullanmış.

1956'da ise sahneye Finlandiya Cumhurbaşkanlığı'na seçilip 1982'ye kadar bu görevi sürdüren Finlandiya yakın tarihine damga vurmuş bir başka önemli isim Urho Kekkonen çıkmış. Soğuk Savaş'ın en kritik döneminde burnunun dibindeki Sovyetler Birliği ile ilişkileri sağlam tutan Kekkonen döneminde Finlandiya Doğu-Batı arasındaki tarafsızlık politkasını son derece başarılı bir şekilde uygulamış.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Finler tarafsızlık olayının tadını kaçırmadan 1992'de İsveç ile birlikte Avrupa Birliğine başvurmuş ve 1994'te kabul mektubunu almışlar. Halkın %57'si referandumda "evet" deyince yepyeni bir sayfa açılmış. %57'yi son derece kritik bir oran olarak görmek yanlış olmaz sanırım. 17 Nisan 2011'deki seçimlerde Avrupa Birliği'ne tamamen karşı oldukların söyleyen "Gerçek Finler"in bu söylemleri ile %19 üstünde oy alıp devasa bir yükseliş göstermeleri ile birlikte hatırı sayılır orandaki Finlerin "lanet olsun AB'ye de Euro'ya da" diye çemkirdiklerini söylemek kuşkusuz doğru bir tespit olacaktır.

Avrupa Birliği sonrası Nokia gibi şirketlerine sağlam pazar olanağı bulan Finlandiya ekonomik açıdan pozitif ivme gösterse de, son yıllardaki kriz sonrası işsizlik oranının artması ve bana bile anlatmadıkları türlü sebeplerden dolayı son seçimlerde aşırı milliyetçi hatta ırkçı partiye rağbet gösterdiklerini görüyoruz. Avrupa Birliği'ne ve beraberinde getirdiği Euro'ya, ekonomik bunalımdaki diğer AB üyelerine yardım gibi konulara tamamen karşı olduğunu söyleyen "Gerçek Finler" (Perussuomalaiset) gerçek bir seçim başarısı göstererek başta bana ve tüm Avrupa kamuoyuna "Peki şimdi ne olacak?" sorusunu sordurtmuştur. Türkiye'de göz göre göre artan ampul faşizminden kaçıp buralara bel bağlayan bendeniz olası bir Fin Faşizmi'ne karşı ne yapacağımı henüz belirlememiş olsam da bir günde her şeyin değişmeyeceğini varsayarak şu an "bekle ve gör" metodunu benimsemenin daha faydalı olacağı kanısındayım.

Kendi çapımda Finlandiya hakkında sizlere bilgi vermeye çalıştım. Bahsetmediğim veya özensizce bahsettiğim tüm olay ve karakterlerden dolayı beni mazur görmenizi diliyorum.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...




1 Mart 2011 Salı

Küllerden Doğma

Geçen döneme ait kaldığım dersin telafisini verip hesabımı temizlemenin sevincini çok fazla yaşayamadan yeni sınav dönemi gelmişti. Aslında aradaki zaman diliminde o sevinci yaşamak yerine İstanbul'dan gelen misafirlerim Seyfi ve Uğur ile ortamın altını üstüne getirmeyi tercih etmiştim.

Misafirlerimi yollar yollamaz sanki 10 gün boyunca çılgınlar gibi eğlenen, gönül rahatlığıyla yaşayamadığım sömestr tatilinin acısını çıkaran ben değilmişim gibi tekrar eski sıkıcı hayatıma dönüvermiştim bir anda.

Buna bir son vermek için ilk ve son kez Ekim ayında görüştüğüm Marika adındaki kafa dengi arkadaşıma mesaj attım. Marika ile Varpu aracılığıyla tanımıştık. Liseden arkadaşım Cem aracılığıyla tanıştığım Varpu Barselona'ya değişim öğrencisi olarak gidince, ben de bir nevi ikinci hatta üçüncü dereceden arkadaşım olan Marika'nın hatrını sormaya karar verdim. Daha önce tanıştığım Fin hanımlar yeteri kadar soğuk, vefasız ve bir o kadar da dengesiz olduğu için bende bir şekilde "Bir daha arasam sorsam cevap bile vermezler, görüşmemek için kesin bir bahane uydururlar" gibi bir paranoya oluşturmuşlardı. Varpu bu paranoyamı sona erdirmiş, hatta zaman zaman kendi iradesiyle halimi hatrımı sormuştu ve en iyi Fin arkadaş listemde zirvenin sahibi olmuştu. Bu gerçeğe dayanarak Marika'ya mesaj attım ve kendisi de aynı şekilde beni mahcup ederek görüşme talebimi geri çevirmemişti. Bu hamlesiyle onu da averajla ikinci sıraya yerleştirmiştim. Eski tanıdıklarımı ise üzülerek ama haklı olarak çoktan listenin dışına atmıştım.

Marika Finlandiya'nın kuzeyindeki Oulu şehrinde büyüyen ve Helsinki'de Ekonomi okuyan mütevazi ve bir o kadar da asil, olgun bir kızdı. Memleketinden bir arkadaşının da Helsinki'ye geleceği ve hep birlikte dışarı çıkacakları bir akşama beni de davet etmişti. Varpu aracılığı ile Marika'yı tanıyan bendeniz, Marika'nın arkadaşı ile de iyi anlaştığım takdirde Fin toplumuna uyum sürecinde çok önemli bir ilerleme kaydedecektim. Marika da benim gibi bir Rock sever olduğu için buluşma yeri olarak Helsinki'de esaslı bir Rock Bar'ı seçmişti.

Mekanın girişini bulmakta zorlansam da içeriye girdikten sonra vestiyere para verme gibi bir uygulama olmadığını görünce rahatlamıştım. Etrafa şaşkın şaşkın bakınıp erken gelip gelmediğimi sorgularken Marika'nın önümde belirmesiyle sağ salim buluşmuştuk.

Yabancı biriyle selamlaşma kısmı kültürden kültüre değiştiği için beni gerçekten geren bir olay olmuştur her zaman. Erkeklerin "Abi nasılsın muck muck" şeklinde öpüşmesi Akdeniz kültüründe sırıtmasa da Finlandiya gibi Kuzey toplumlarında olmayan bir şeydi. Karşımda bu konuda bir tereddüt yaşayacağım bir erkek olmadığı gibi erkek öpmeye de meraklı değildim açıkçası. Bir kız arkadaşla selamlaşmak apayrı bir sorundu. Gerginliğimi belli etmemem lazımdı, daha önce tanıştığım ve bir şekilde samimiyetim olan birinin son derece resmi olarak elini sıkmam doğru olmazdı. Gözlemlediğim kadarıyla kendi aralarında "Aysucum naber muck muck" gibi öpüşmeleri de yaygın değildi. El sıkıp öpüşmek ise en absürt seçenek olacaktı. Bütün bunları evde çalışıp en doğru seçimin kucaklaşmak olduğuna karar verdim. Bu onların alışık olduğu, ortamın da sıcaklığına uyan en arkadaşça yöntemdi. Kendi kültürümüzdeki sarılmayı "oyyy,oyy özlemişim yahu" nidalarıyla önce sağdan sonra da aynı nidalarla soldan olduğunu varsayarsak bahsettiğim uluslararası kucaklaşma bu tip sesleri çıkarmayıp sadece sağ veya sol yönden sarılmaktan ibaretti. Selamlaşma kısmı düşündüğümden daha kolay olmuştu tek unuttuğum sadece tek yönden sarılmaktı ama Marika sağolsun hiç renk vermedi "Peki bir de soldan sarılalım" dercesine gülümsedi. Ardından beni arkadaşı Tiia ile tanıştırdı.

İbrahim Tatlıses tabiriyle ben böylesine tatlı böylesine cici bir kız görmemiştim. Varpu da Marika da çok şeker kızlardı ama Tiia böle mini minnacık sevimli bir şeydi. Güzel aktris Kirsten Dunst'ın küçük kardeşiydi adeta ve boyu daha kısa olmasına rağmen dişleri onunkilerden daha güzeldi. Kendi içimde yaptığım bu yorumları dışarı vurmadan el sıkıştık ve tanıştığımıza memnun olduk. Mekan hafta sonundan dolayı son derece kalabalıktı bu nedenle oturduğumuz yeri kaybetmemek adına içkileri sırayla almanın daha doğru olacağını düşündük. Türkiye'deki gibi masaya gelip toplu sipariş alan garsonlar Finlandiya'daki tüm barlarda olduğu gibi burada da yoktu. İçki almak için bara gittiğimde yandaki duvarda Finlandiya'daki Rock yıldızlarının bu mekandaki favori içeceklerinin yazılı olduğu bir liste dikkatimi çekti. Bu isimlerden bana en tanıdık geleni HIM'in solisti Ville Valo'ydu ve her ne içiyorsa 3 € gibi mekandaki en uygun fiyata içiyordu ve hesabını biliyordu açıkçası. Ben de bardaki ablaya Ville'nin ne içtiğini sordum. "Büyük bardakta kola" cevabıyla öylece kaldım. "Kolayı evde de içerim" diye düşünüp mide dostu, içimi güzel şerbet tadındaki, barlardaki değişmez içkim Lonkero'dan aldım. Ardından masaya dönüp müzikten, yaz festivallerinden ve futbol yerine buz hokeyinden konuştuk. Bir süre sonra Marika'nın mekan değiştirme fikrini onaylayıp ufak bir kararsızlığın ardından yine Marika'nın önerdiği "Heavy Corner" adındaki isminden son derece sağlam olduğunu tahmin ettiğim yere gittik.

Mekana girer girmez çalan müzik hanımları şok etmişti. Marika rock vaat ederken, çalan disko parçalarıyla hayal kırıklığına uğramıştı. Kendisini teselli edip sonra da içki fiyatlarının diğer yerlere nazaran daha ucuz olduğunu öğrenince morallerimiz daha da düzeldi. Mekanın yeri güzeldi ama içerideki dekorasyonun bence bir özelliği yoktu. Ancak daha da dikkat çeken özellik içerideki insan profiliydi. Yaş ortalaması son derece yüksekti ve kıyafetlerine bakılırsa mekandaki müziği bu insanlar yönlendirmişlerdi. Daha sonra kendi aralarındaki konuşmalarından ortada bir Rus işgali olduğunu fark ettik. Boş bir yer bulup oturduktan sonra gürültüye rağmen sohbetimize devam ettik. Marika ve Tiia'nın başından beri bana ayıp olmasın diye benim muhabbetten kopup etrafa bakındığım anlarda bile birbirleriyle tek kelime Fince konuşmamaları gecenin alkış alan hareketi olabilirdi. Türk - Fin aile yapısı, yemekler, iş güç, siyaset hatta Finlandiya'daki Nisan seçimlerinden bile azar azar konuştuktan sonra Marika'nın gazına gelip dans pistine gittik ki benim en yeteneksiz olduğum alanlardan birine girmiştik.

Kendimi kaybetmeden efendi efendi boynumu ileri geri oynatarak gerginliğimi sona erdirdim. Bu arada birbirimize de kanımız kaynamıştı. "Oulu'ya bekliyoruz, bir arkadaşımızın erkek arkadaşı var kalacak yer de sorun olmaz" diyecekleri kadar gözlerine girmiştim. Ben de bir an bu içten teklife İzmir ile Oulu'yu kardeş şehir yapmak için Belediye'ye başvuracağımı söyleyerek karşılık vermek istesem de kalacak yerdeki erkek arkadaş aklımı karıştırdığı için teşekkür etmekle yetindim.

Bir süre sonra hepimizde yorgunluk belirtileri başlayınca dağılma kararı aldık. Gerçekten uzun bir aradan sonra çok güzel ve eğlenceli bir cumartesi gecesi geçirmiştim. Bu duruma duyduğum özlemin giderilmesinden dolayı Marika'ya defalarca teşekkür edince durumdan habersiz olan kızcağız "abartma yahu" dercesine tepki vermişti. Vedalaştıktan sonra sevimli Tiia ile de sevimlice kucaklaşıp en kısa zamanda görüşmeyi diledik.

Yeni insanlar tanıma, Fin insanıyla kaynaşmam ve kendimi başkalarına tanıtma açısından çok güzel bir gece geçirmiştim. Bu ülkede daha uzun süre kalabilme ihtimalimi düşündüğümde her ne kadar Varpu İspanya'ya, Marika İsviçre'ye ve Tiia da Hollanda'ya kapağı atma derdinde olsalar da ön yargılarımı yıkabilecek üç tane kaliteli insan tanımıştım. Bu durumun zaman zaman yitip giden özgüvenime yaptığı katkıyı düşününce "küllerden doğma" kuşkusuz en doğru teşhis olacaktı.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...