Kısa bir süre sonra yapılması gereken tek mantıklı şey olan bir sonraki sınavıma odaklanmaya çalıştım. İş kazası denilebilecek bir olayı kafama takıp takmamakla cebelleştiğim bir hafta sonunun ardından pazartesi sabahı son sınavımı da vererek aileme kavuşacağım ertesi günü beklemeye koyuldum.
Helsinki'den İstanbul'a havalanırken bir yandan Türk Hava Yolları'nın bize vereceği yemeği düşünürken öte yandan Letonyalı ucuz hava yolu şirketi Air Baltic'tan vazgeçerek doğru bir karar verip vermediğimi sorguluyordum. Aylardır hasret kaldığım gerçek pilavı yedikten sonra pişman olmadığımı anladım. Yanımdaki Fin abinin özellikle Efes Pilsen istemesiyle ise iyice mest oldum.
İstanbul'a indiğimde bilete göre bir saatten fazla vaktim olması gereken İzmir uçağına rötardan dolayı sadece 15 dakikam kalmıştı. Tekrar güvenlik kontrolünden geçip kapıya koşarken pantolonumun bu heyecana dayanamadığını ve belimi terk ettiğini fark ettim. Görevli genç hanımlara rezil olmamak için bir anda aynı hızla geriye doğru koştum, gerekli önlemleri alarak ve tekrar koşarak kapıdan geçtim.
İzmir'e indiğimde havaalanından evime giderken yeni hizmete girmiş İZBAN adındaki raylı sistemi kullanacağım için sebepsiz bir heyecan içindeydim. Aradaki yirmiye yakın istasyonu durak isimlerini söyleyen ablanın sesinin yolun yarısında kesilmesine rağmen dikkatli dikkatli sayarak eve geldim.
Eve girdiğimde her şey şahaneydi. İnsanlar benimle yemek yemek için akşam 10'a kadar aç kalmışlardı, bir anda mahcup oldum. Ağır bir grip geçiren ve bu nedenle beni havaalanından alamayan babam ise üzgündü ve kusuruna bakmamamı tekrarlıyordu sürekli. O tekrarladıkça ben de "Önemli değil" diyor ve tekrar tekrar öpüyordum babamı.
Birkaç gün sonra ya hava değişiminden, ya dışarıda kendimi çok yorduğumdan ya da aşırı baba özleminden dolayı hasta oluverdim. Helsinki'de bir kere bile hapşırmamış öksürmemiş ben, şimdi ciğerlerim çıkarcasına öksürüyordum.
Yılın son haftasına girerken iyileşmek için elimden geleni yapıyordum. Anneannem ve kuzenlerimle evde kutladığımız yılbaşı gecesi bir şeyim kalmamıştı ama akşam yemeğinde içtiğim ev şarabının ya da son dönemlerde baş gösterdiğini hissettiğim yaşlılık psikolojisinin etkisiyle saat 11 sularında uykum gelmeye başladı. 23 yaşımdayken yeni yıla uyuyarak girersem kendimi asla affetmeyecektim. Koca koca bardaklarla çay içip kendimi ayılttım ve 2011'e mutlu bir şekilde girdik.
Gece 1 sularında Bostanlı'ya favori mekanım Cerveza'ya gittiğimde insanların kendinden geçtiğini gördüm. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içmişlerdi (!) ve bizden de bunu istiyorlardı. İlerleyen dakikalarda gözümde ve burnumda garip bir yanma hissine kapıldım ve hapşırmaya başladım. Kısa bir süre sonra biber gazı ile yapılan bir eşek şakasının kurbanı olduğumuzu anladım. İnsanlar o kadar tatlı sarhoş olmuşlardı ki "Kim attı bunu?" diye söylenen tek kişi bile çıkmadı. Meşhur biber gazı ve yaklaşık iki hafta benimle yaşayacak gözlerimin etrafındaki kızarıklarla o gece tanıştık.
Finlandiya'ya dönme günler kala beş yıl aradan sonra doğum günümü ailemle kutlama mutluluğuna da erişerek benim için sıradan olmak üzere olan tatilimi bir anda çok anlamı bir hale getirmiştim. Her ne kadar abartmaya çalışsam da artık anladım ki doğum günleri de sıradan birer gün ancak insanların sizi öyle ya da böyle hatırladığını bilmeniz elbette mutluluk verici...
İşte bütün bu güzel ve ilginç olaylardan sonra ikinci yarının nasıl geçeceğini merakla ve heyecanla bekliyorum. İki sene önceki tecrübelerime dayanarak düşündüğüm tek şey Finlandiya'da baharların bir başka olduğu gerçeği ve önceki bahar döneminden kalma bazı yanlışları düzeltme ihtiyacım...
Bir de o bela dersi vermek tabii ki...
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın...