17 Ağustos 2009 Pazartesi

Paris

En son Stockholm’de bırakmıştınız beni değerli okurlar. Bu yazıda ise tüm Avrupa maceramın asıl nedeni olan kent Paris’te yaşadıklarımı anlatmaya çalışacağım sizlere.

Stockholm’den ayrılırken çantamın ağırlığından ötürü ufak bir stres yaşadık. 10 kg olan el bagajı sınırını 11 kg ile ihlal edince uyardılar beni hiç ummadığım bir şekilde, fazlalıkları cebime atıp görevli kadının 10,3 kg gibi bir miktarı görünce işgüzarlık yapmaması sonucu heyecan içinde Paris uçağına bindik.

Ryanair’in Paris’teki terminali şehrin oldukça uzağında, hatta Paris’te bile olmayabilir emin değilim. Güneşli bir havayla karşılandık ve şehir merkezine giden otobüslere bindik. Yol yorgunluğundan olsa gerek yine sızıvermiştim, gözümü açtığımda yıllardır hayalini kurduğum şehirdeydim. O kadar heyecanlıydım ki uzakta gördüğüm her çelik binaya (elektrik direği bile olabilir abartmıyorum) “Aha Eiffel kulesi!” diye heyecanlanıp sonra o olmadığını anlayıp susuyordum. Neyse efendim otobüs bizi şehrin göbeğine attı, Yaşar gezimiz boyunca kalacağımız hostellerin adresini ve nasıl ulaşacağımızı içeren evraklarla dolu dosyayı çıkardı ve belgelere dayanarak metroya yürümeye karar verdik.

Gördüğüm her şey farklı geliyordu bana, Paris olunca mevzu bahis kaldırımlar, metro, insanlar hepsine özel anlamlar yüklüyordum psikolojik olarak. Aslında o dakikaya kadar olağanüstü bir durum yoktu, ben abartıyordum. Metroya gelince Stockholm, Helsinki ve Berlin gibi yerlerin aksine Paris’te giriş turnikeleri olduğunu gördük. Alıştığımız sistem buydu, sonunda “acaba biletsiz mi geçsek?” gibi şeytani dürtülerden kurtulmuştuk, seve seve o turnikelerden geçecektik ama ömrümde gördüğüm en isyankar hareketleri yapıyordu Paris halkı. İnsanların yarıya yakını turnikelerin üstünden göstere göstere atlıyorlardı dostlar. Kimse de gıkını çıkarmıyordu. Ağzımız açık seyrettik manzarayı sonra 3 günlük toplu taşıma için kombine biletimizi alıp dillere destan gelişmişlikteki Paris Metrosu’nun hatlarına bıraktık kendimizi.

Hostele vardıktan sonra karnımızı doyurmak için dışarı çıktık. Arda’nın önerisine başta mırın kırın etsem de ekonomik açıdan önemli bir reforma imza attık o gün. Kararımıza göre artık her acıktığımızda özellikle öğle vakitlerinde 5er 10ar euro vermek yerine, süpermarketlerden adam başı 2 euro ya peynir-ekmek-jambon benzeri şeyler yiyerek fazlasıyla doyabilirdik. Paris’te bu olayı benimsedik ve gezimizin sonuna kadar bu taktiği uyguladık, aksi takdirde ilerleyen günlerde dilenebilirmişiz şimdi düşününce.

Hostelin adı St.Cristopher’s Inn olarak geçiyordu. Adını sanını daha önce duymamıştım ve salaş bir yer bekliyordum ama o ana kadar karşılaştığım en profesyonel ve en görkemli hosteldi. Odalar 10 kişilikti ama bakımlı ve ferahtı. Marketten aldığımız yiyecekleri, hostelin yakınındaki nehir kıyısında güneşli havanın tadını çıkaran insanları seyrederek mideye indirdikten sonra, yataklarımıza çekildik ve derin bir uykuya daldık.

Kalktığımızda akşam olmuştu ve dışarı çıkmak için sabırsızlanıyorduk. Ama duş al, eşyaları yerleştir hazırlan diyesiye saati 10 ettik. İleride tavsiyesinden ötürü çok söveceğimiz resepsiyondaki gözlüklü elemanın dediği muhite gitmek için metroya bindik. Önce yanlış güzergaha gittik, inip karşıya geçip bir de üstüne yanlış durakta inince bir saate yakın vaktimiz yerin altında geçti. Dışarı çıktığımızda ise adam gibi bir yer bulamadık ve son metroyu kaçırmamak adına hostele dönmeye karar verdik. Paramızı idareli kullanma kararını aldığımızdan beri 10 cent in bile hesabını yapıyordum. Kola makinesine azıcık lüks olsun diye 2 euro atıp, makinenin paramı alıp kolamı vermemesi üzerine ufak çapta bir sinir krizi geçirsem de hostele gidince lobideki canlı kitleyi görüp bir iki muhabbet edince azıcık normale döndüm.

Ertesi sabah vakitlice kalkıp, kahvaltımızı yapıp Paris turumuza başladık. İlk önce opera binasını gördük ve fotoğraf çekme serisini de başlatmış olduk böylece. Ardından Magdelana adında görkemli bir kilise ve ufak tefek bir şeyler atıştırdıktan sonra ver elini Champs Elysees (Şanzelize diye okuyorduk değil mi?) Paris yavaş yavaş anlatıyordu kendini biz de dinliyorduk. Şehrin yapısı, caddelerin simetrik uyumu, dümdüz oluşu ve görkemli bir anıta sırtınızı verdiğinizde kilometrelerce ötede caddenin sonunda bir başka görkemli bir anıt görmeniz hayatımda gördüğüm en muazzam şeylerden biriydi. Ben böyle bir ahengi hiçbir kentte görmedim değerli okurlarım.

Champs Elysees’de keyifli bir yürüyüşten sonra meşhur Arc de Triomphe (Zafer Anıtı olarak biliriz) ‘e vardık. Onlarca fotoğraf çekiminin ardından (en kısa zamanda paylaşmayı umuyorum) rotayı Paris’in sembolüne doğru kırdık.

Dar sokaklardan geçip Sein nehrinin kıyısına vardığımızda “Aneeeaaaam!!!” çığlıklarıyla Eiffel Kulesi’ne merhaba dedik ve makinelere sarılıp dördün her türlü kombinasyonunu deneyerek başladık fotoğraf çekmeye. Abartmayı hep severim bilirsiniz ama o an “görev tamamlandı” dedim kendi kendime. Sonuçta bu bir kule manevi anlamlar yükleyip put gibi tapmak gereksiz yani. Ancak bize hep anlatıldı hep gösterildi be dostlar yalan mı?

Nehrin kenarında kuleye doğru sigarasını tüttüren tipik bir Fransız kız gördüm. Genç bir abla da diyebilirim benden daha genç değildi nitekim. Bu psikolojik yoğunluk içinde etrafta gördüğüm her şeye olağanüstülük kattığımdan olsa gerek kızın yanına gidip “acaba fotoğrafını çekebilir miyim?” diye sordum. Şaşırdı, “ben mi senin fotoğrafını çekeceğim?” gibi daha normal olan bir ihtimali düşündü sonra gülerek tamam dedi, sigarayla beraber çekecektim ama sigarası bitmişti ve kalan filtreyi ağzına götürdüğünde de Recep İvedik gibi oluyordu, vazgeçtim sigara figüründen ve eldeki olanaklarla güzel bir fotoğraf çektim. Ardından “e hazır buradayken sen de benimkini çek” dedim ve affedersiniz son derece mal bir poz verip sonra kendisine adını sorup “teşekkürler Adrie” diyip kaçtım oradan. Birazcık utanmıştım ama hoş bir andı şimdi hatırlayınca. Zaten ben Fransız kızları kadar hiçbir gösteriş, makyaj ve türevi gibi şeylere başvurmadan bu kadar hoş bir izlenim bırakabilen başka bir kesim hatırlamıyorum dostlarım. Takdir ediyoruz kendilerini…

Neyse kuleye dönelim tekrar… Eiffel’in dibine girip, makineyi de yere doğru tutup ayaklarımızdan kulenin tepesine doğru giden bir görüntü yaratmaya çalıştık fotoğraflarda, uzun denemelerden sonra başardık. Bu tarzın patenti Arda’ya aitti ne yalan söyleyeyim. Ardından kulenin önündeki çimlere doğru yürüdük. Mülazım’ın kamerasıyla “Erasmus ve Beklentiler” üzerine ufak bir belgesel çektik. Belgeselde arka fonda Eiffel kulesi olmak üzere yürüyerek birkaç hikaye anlatıyordum. Tam istediğimiz gibi olmasa da yönetmen Mülazım ile yaptığımız ilk çalışmaydı ve güzeldi be dostlar. Mülazım bütün gün halsizim demesine rağmen gitti basketbol oynayanlara katıldı, ben, Arda ve Yaşar da çimlere oturup hayatımızın en güzel anlarından birini keyifli bir sohbetle süsledik.

Akşamüzeri bir şeyler atıştırmak için yer aradık sonunda McDonalds’ın bir de Paris şubesini görelim dedik. Para yok dostlarım yok öyle Fransız restoranlarında takılmak falan. Yediğimiz yerde yaşlı bir adam gördük, tek başına satranç masasında oturuyor daha da ilginci arada hamle de yapıyordu. Başta şizofren falan sandık ama belki de satrancın vardığı son noktaydı bu ne bilelim? Neyse yemekten sonra hoş bir yerde kahvemizi içtikten sonra (Paris’te en azından hoş bir kafede bir şeyler içmek önemliydi bizim için) yorgun argın hostele döndük.

Hosteldeki siyahi güvenlik son derece ürkütücüydü değerli okurlar. Adam çok sakin ama sert bir bakışla konuşuyor, hani azıcık ters gitsen arka tarafa alıp kemiğini kıracakmış gibi bir izlenim bırakıyordu doğrusu. Hatta yediğimden içtiğimden olsa gerek midemin bulandığı bir gece tuvalete gidip odanın kartını yanıma almadığımdan ötürü ekose desenli boxerım,
dandik yatma t-shirt um ile dımdızlak koridorda kalmıştım. Odadakiler kapıyı tıklama eylemime cevap vermeyince, öylece asansöre binip o korkunç bakışlı güvenlik görevlisinden yedek kart istedim. Size yemin ederim ses tonum sanki lisede okul gezisine gidip de otele geç dönüp, müdür yardımcısından af dileyen zavallı bir öğrenci gibi çıkıyordu. Adam o komik iç çamaşırıma rağmen zerre gülümsemedi kartı verdi ben de enik gibi boynum bükük odama döndüm.

Ertesi sabah ise sıra Louvre Müzesi'ndeydi. Bir müzeye sadece tavsiye edilen yerleri görüp buna rağmen altı saat harcayıp ayaklarımıza kara sular ineceğine söyleseler inanmazdık ama Louvre bana göre bir müze değil ayrı bir şey. Erasmus öğrencisi olduğumuz okullarımızın kartlarını gösterince ve birkaç tatlı dil sonucu ücretsiz girmeyi başardık bu devasa müzeye. Eski Mısır uygarlıklarından, modern sanata resim (meşhur Mona Lisa), heykel, takım taklavat türlü türlü yüzlerce eser vardı. Hepsinin apayrı hikayeleri efsaneleri vardı ama bunları ne biz biliyorduk ne de anlatan bir merci vardı. Üstüne üstlük çoğu eserin açıklaması da Fransızca olunca yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Biz müzenin her tarafına ömür yetmeyeceğini anladıktan sonra broşürde resmi olan yerlere gidelim dedik ama ona bile vakit yetmedi inanın. Louvre’a koca bir gün bile yetmeyebilir bana göre. Acıkınca bir yemek arası verdik, müzeye girmeden önce bahçedeki çalılara gömdüğümüz marketten aldığımız ekmek-jambon-gazoz üçlemesini tekrar yerinde görünce sevinmedik değil. Hatta bu anı da belgeselmiş gibi kameraya aldık, keyfli bir şey çıktı ortaya. Videoyu Arda’nın blogundan izleyebilirsiniz sevgili okurlar.

Anlat anlat bitmiyor geldik son akşamımıza. Notre Dame’ı görüp Paris’in şahane güzellikteki kafelerine uzaktan bakıp iç geçirdikten sonra Lamarc denilen bölgeye gittik. Lamarc meşhur Amelie filminin çekildiği muhit ve takdir edersiniz çok ama çok ayrı bir havası var. Daha mütevazi, daha mahalli bir yerdi, Fransız kültürünü burada daha iyi hissediyorduk bence.

Akşam fast food tıkanmamızı yaptıktan sonra şirin mi şirin bir şarap dükkanından aldığımız kırmızı şarabımızla gittik meşhur Sacre Ceur’a oturduk merdivenlerine ve Paris’in akşam manzarasına karşı yudumladık şarabımızı. Tarif etmeye gerek yok sizler zaten anlamışsınızdır neler hissettiğimizi.

Dönüşte de yine meşhur gece klubü Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen) ‘un önünde akrobatik birkaç fotoğraf çektikten sonra hostelimize döndük ve sabah erken kalkmak üzere uykuya daldık.

1992 yılında babam gitmişti Paris’e, o zamandan beri onun getirdiği kartpostallara bakar bakar iç geçirirdim ne zaman giderim acaba diye. Hatta Eiffel Kulesinin dibinde aradım babamı ve “sen bana adam olamazsın dedin ama bak ben Paris’e geldim” dedim. Şaka bir yana teşekkür ettim kendisine verdiği imkandan ötürü. Kader öğrencilik yıllarımda yolumu düşürdü Paris’e şanslıymışım demek ki. Ancak öğrenci bütçesiyle de olsa 3 güncük de kalabilsek bana “o kadar şehir arasından en güzeli hangisiydi?” diye sorarsanız, düşünürüm falan ama yine de Paris derim dostlarım.

İleride hepinizin daha iyi şartlarda ve hayatta en çok sevdiğiniz kişiyle yolunuzun muhakkak buraya düşmesi dileğiyle….