1 Aralık 2010 Çarşamba

Son Düzlük

Günler geçtikçe hayatım daha da sıradanlaşıyor, zamanın hızlı geçmesini yeni hayatıma alıştığımın bir göstergesi olarak kabul edip kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Haftalar bir bir geçerken güneş de kendini daha az göstermeye başlamıştı yavaş yavaş. Sabah 7'de kalktığımda beni birazcık da olsa motive edebilecek gün ışığını bile göremiyordum. Finlandiya kış depresyonuna girmem için çaktırmadan ortamını hazırlasa da bu kadar kolay teslim olmaya hiç niyetim yoktu.

Bırakın bir gönül arkadaşını hayatıma renk katacak bir süs köpeğim bile yokken bu derece kararlı olmamı sağlayan en önemli şey kuşkusuz bayram tatilinde ebeveynlerim Bay ve Bayan Cengiz'in Helsinki'ye ziyaretime gelmeleriydi. Bölüm yöneticileri bu hevesimi kıskanmış olacaklar ki tüm laboratuvar saatlerini ve ödevleri onların ziyaret haftasına denk getirdiler. Bir hafta önceden yılmadan çalıştım ve sonlara doğru biraz baştan savma işler çıkartsam da o haftayı boşaltmayı başardım.

Bu ziyaret ailemle uzun bir aradan sonra baş başa vakit geçirmem için çok önemli bir fırsattı. İzmir'deki evde televizyon izlediğimiz ve benim sürekli arkadaşlarımla buluştuğum sürece birlikte zaman geçirmek çok zordu. Ayrıca benim öyle ya da böyle yabancı dil konuşabildiğimi göstermem açısından çok önemliydi. Arada duraksamalar yapmadığım sürece Fince bile konuşabilirdim, nasıl olsa yaptığım gramer hatalarını kimse değerlendirmeyecekti.

Bu gibi sapkın düşüncelerle havaalanının yolunu tuttum. Şehir merkezinden 55 dakika süren bir yolculuk sonrası Helsinki Vantaa Havalimanı'na vardım. Havalimanlarındaki dış hatlar terminallerinin atmosferi her zaman ilgimi çeker. Bir sürü farklı ülkeden ve kültürden insanın anlamadığım dillerde hararetli hararetli konuşmaları, sağa sola koşturmaları pek bir hoşuma gider, tabii ki giden yolcu ben değilsem. Yine bu gibi gözlemler yaparken, gelen yolcu kapısının ağzına kadar yanaşmıştım. Benim gibi uzun süre bekleyen Asyalı bir abi "Yokaramukajuvaa!!" diye boynuna atlayan küçük kızına kavuşmuş ama konuklarım bir türlü çıkamamıştı. Sonunda omzunda gitar çantasıyla sevimli annemi ve bana yapılan gıda yardımlarını içeren koca bir bavulu taşıyan babamı görünce küçük Asyalı kızdan daha büyük bir mutlulukla koştum boyunlarına atladım. Mutluydum çünkü daha gitmelerine 7 gün vardı.

Günleri böyle geri saya saya son 3 gün suratımı ekşitmeye başladım. Helsinki'yi çok beğendiler hatta biraz daha müsaade etsem Paris'ten bile daha güzel olduğunu iddia edeceklerdi. Her ne kadar bu yorumların yaşadığım yeri benimsememe yardımcı olması için yapıldığını bilsem de babamın herhangi bir şey için söylediği "Olamaz böyle bir şey, yeminle söylüyorum harika bir olay" gibi sözler çoğu zaman işe yarıyordu. Annem de aylardır yaptığım "yalnızım, sıkıcı bir hayatım var" propogandasından dolayı gezdiğimiz yerlere onlar gittikten sonra da uğramamı öneriyordu haklı olarak.

Dolu dolu geçen şahane bir haftanın ardından eve döndüler. Onları uğurladıktan sonra kendimi ailemden ilk defa ayrı kalıyormuş gibi hissettim bir an. Bir an "Ağlasam rahatlarım, hem belki biri acır yanıma gelir arkadaş oluruz" diye düşünsem de sonra bir yetişkin gibi davranmaya karar verdim ve havaalanından ayrıldım. Otobüsü beklerken, aynı uçakla sözlüsünü ve annesini uğurlayan değerli arkadaşım Serkan ile haberleşip beraber döndük şehir merkezine. Otobüste giderken kendi burukluğumu "Yahu benim anne baba neyse de senin sözlün be abi" diyerek bu gibi uğurlamalara benden daha alışık olan arkadaşımın yarasını kaşıyarak hafifletmeyi düşündüm. Serkan gayet soğukkanlı ve olgun bir şekilde "Sadece bir ay kaldı dert etmeye gerek yok, bu bir ayın ne kadar çabuk geçeceğini biliyorum" diyerek cevabı yapıştırdı. Sustum.

Helsinki'ye koşa koşa gelip de daha ilk aylardan evi bu kadar çok özlemem kendimle yaşadığım en büyük çelişki olsa bile, -15C lerdeki hava sıcaklığı ve karanlık sınav haftasına rağmen son düzlüğü geçip Akdeniz ikliminin tadını çıkarmayı dört gözle bekliyorum. Tekrar buraya döndükten sonra zaten bahar gelir, günler de uzar, neşeli bir ruh haline bürünüveririm bir anda.

Sevimli ve bir o kadar da serin odamda ayağıma giydiğim kat kat çoraplarla bir yandan gitarımla barışmaya bir yandan da ders çalışmaya çalışıyorum. Sınavlar bitince neşeli ve macera dolu bloglar da geri gelir belki kim bilir?

Tüm dertlerimizin sadece soğuk hava ve sınavlar olması dileğiyle...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Sosyalleşme Çabaları

Yerleşik düzeni kurduktan sonra sıra sosyal hayata uyum sağlamaya gelmişti. Her ne kadar daha önce bu ülke topraklarında 5 ay gibi bir süre kalmış olsam da hatrı sayılır farklılıklar vardı. Her şeyden önce "Aman her zaman mı geliyoruz yurtdışına anacığım, saç paraları saç" felsfesinden kurtulmak, geliri gideri kontrol etmek, gereksiz harcamalardan kaçınmak gerekiyordu. Gerçi gelirin kontrol edilecek bir tarafı yok, anne ve babayla iyi geçinmek, terbiyesizlik yapmamak yeterli.

Asıl sorun giderde. Hiç de ufak sayılmayacak bir meblağ cep harçlığı ile gelmeme rağmen, ilk 3 hafta içinde son derece ürkütücü bir harcama yaptığımı farkettim. Bu harcamaların en lüksü marketten aldığım mısır gevreği inanın. Diğerleri temel gıda (kola, bira, pizza vb.) ve kontör, otobüs kartı gibi şeyler.

Eve yerleştikten sonra uzun bir süre dışarı çıkamadım. Günlerim genelde okul ve ev arasında geçti. Bu durumdaki etkenler kaldığım yerin şehre uzaklığı, otobüse binip yaklaşık yarım saatlik yolu gitmeye üşenmem ve en şaşırtıcısı, eski heyecanımın yerinde yellerin esmesiydi. Ramazan Bayramı'nda Finlandiya'daki Türk Öğrenci Grubu'nun düzenlediği bayramlaşma Helsinki'deki ilk haftasonu etkinliğimdi. Helsinki'ye daha sonra bir akşam Erasmus partisi için gittim ve beklediğimden daha az bir kalabalık görmemle birlikte (bu benim için ilk akşam gezmesiydi) hayalkırıklığına uğradım. Canım o kadar sıkılmıştı ki bir ara Fransızca ve Fince konuşmaya çalıştım insanlarla. Birkaç cümle bildiğim Fince ile biraz sempatik olmayı başardım ama iki kelime bildiğim Fransızca denemem berbattı sanırım. Son olarak da liseden sevdiğim dostum Cem'in referansıyla, onun Erasmus döneminde Danimarka'da tanıştığı Fin arkadaşı Varpu ve onun başka bir arkadaşı Marika ile Helsinki turu attık. Yerli halkla gezmenin avantajı çok büyük oluyor, farklı mekanlara gidiyorsunuz. Bir ayı aşkın süre boyunca en mutlu olduğum akşam, o akşamdı sanırım. Ömrümde gördüğüm en konuşkan en sıcakkanlı Finlerdendi kendileri. Umarım tekrar görüşürüz onlarla, irtibatı koparmamak lazım.

Finlandiya pahalı bir ülke ve Helsinki de haklı olarak en pahalı şehir burada. İnsanlar gül gibi geçiniyor ama Türkiye'den gelip orayla kıyaslayınca insanın morali bozuluyor. Sadece Türklerin değil, çoğu yabancı öğrencinin ortak görüşü dışarıya çıkıp eğlenmenin bütçeyi zorlayacağı yönünde. O nedenle öğrenciler yurtlarda, ortak salonlarda kendi içkilerini getirip, istedikleri müziği çalarak eğleniyorlar. Yerel halktan ve şehirden biraz kopuk bir eğlenme biçimi ama daha hesaplı ve rahat kuşkusuz. Kaldığım yer "Maininkitie 4" de bu şekilde partilerin düzenlediği bir muhit. Yerleştiğim ilk hafta bir tanışma kaynaşma etkinliği düzenlendi, biraz gergin, çekine çekine gittim. Genelde İspanyollar ve Almanlar sayıca üstündü ama herkes genel olarak sıcakkanlı ve hoşsohbet insanlardı.

İkinci Maininkitie partisi ise biraz farklıydı. Kaldığımız sokakta Casanova diye bir karaoke bar var. Mahallenin biraz varoş olduğunu düşünürsek mekanın da ne kadar nezih olabileceğini tahmin edebilirsiniz sanırım. Ben ilk gördüğümde "Aa ne güzel hemen dibimde bar varmış sıkılırsam iki tek atarım" diye düşünmüştüm ama her güzel şey gibi bu sevda da bitti malesef. Bu kararıma sebebiyet veren partiyi anlatmaya Matti Nykanen adlı kayakla atlamada altın madalyaları olan Fin sporcu ile başlamalıyım. Matti olimpiyatlarda şampiyon olunca şöhreti tavana vurmuş doğal olarak. Daha sonra nasıl olduysa kariyeri düşüşe geçmiş anladığım kadarıyla. Barlarda şarkı söylemeye başlamış, bir nevi pavyona düşmüş. Sonra aynı adam karısına bıçakla saldırıp öldürmeye yeltenince skandal olmuş. Bu tip aksiyonlara alışık olmayan Finlandiya'da adam apayrı bir yere sahip olmuş. İşte partinin yapılacağı gün Matti, Casanova adlı elit mekanda hapise girmeden önceki son konserini verecekti. Karısını bıçaklayan hemen hapse girer diye biliriz ama burada durum farklıymış anlaşılan. Öyle bir anlattılar öyle bir anlattılar ki gidip göreyim diye düşündüm ben de. Mekan beni şaşırtmadı, ne kadar nezih(!) olduğunu gösterdi. Ellili yaşlarda sarhoş teyzeler bizim gibi tertemiz yüzlü çocukları görünce bakışlarıyla taciz etmeye başladılar. "Pardon, merhaba, teşekkürler, affedersiniz" diye diye uzaklaştım aralarından. Matti'nin çıkmasına yakın, seyirciyi ortama ısındırmak için birkaç parça çalındı. Dans ederken omuzları çarpışan adamlar "Ne bakıyorsun, sana ne lan!" diyip birbirine dalmaya başladılar. "Kavga çıktı, kızları şöyle alalım, koruyalım beyler" derken bu şekilde beş dakika içinde üç kavga görünce gerçekten afalladım. Sonuncusunda bir adamın suratının yarısı kanlar içindeydi ve artık sadece kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşkınlığımı yanımdakilerle paylaştığımda "Eee Finlandiya'ya hoşgeldin!" gibi boş bir laf ettiler. "Yahu ben bu ülkede daha önce kaldım, ne olmuş bunlara?" diye cevap verdim. Duymadılar sanırım ya da pek sallamadılar, cevap alamadım. Sonunda Matti sahneye çıktı. Tamam, bir Elvis Presley performansı beklemiyordum ama "Finlandiya'nın Ajdar'ı"nı da merak etmiyordum açıkçası. Bu muydu yani? Bana "Muhakkak gel, çok eğlenceli olacak" diyerek gaz verenler bile mekandan ayrılmaya başladılar. Ben de "Yazıklar olsun be, gitti güzelim para" diyerek ayrıldım. 12,5€ karşılığında teyzelerden taciz ve üç esaslı kavga görüp, iğrenç bir müzik dinledim. Yazının başındaki giderlere bunu dahil etmeyelim lütfen.

Üçüncü Maininkite partisi ise hip hop içerikli bir dans partisiydi. İlanda "Akşam 6.30'dan, anneler çağırana kadar" eğlence sözü veriliyordu. Akşam üzeri ne var ne yok diye bir bakacakken partinin organizatörü Felix adlı bir başka Afrikalı abi ile tanıştım. "Neredensin, kimlerdensin?" diye sorarken kendisinin Girne Amerikan Üniversitesi'nden mezun olduğunu öğrendim. "Kıbrıs'ta ilk uluslarası öğrenci partisini ben düzenledim" dedi. Takdir ettiğimi ve yemekten sonra uğrayacağımı söyledim. Döndüğümde maalesef önceki partilere göre çok daha az bir ilgi gözlemledim. Felix kendi tayfasını toplamıştı, bize de ayıp olmasın diye pistte "yo yo" diyip kol sallamak düştü. Bir süre sonra uykum geldi, ayrılırken Felix'e "Eline, yüreğine sağlık dost" demek için yanına gittim. "Gidiyor musun, biz de Casanova'ya gideceğiz adamım, gelmek istemez misin?" diye sordu. "Yok ben almam, alana da mani olmam" diye özlü bir söz söyledim. Teşekkür ederken, Felix bana hala Kıbrıs'taki ilk uluslarası öğrenci partisini kendisinin düzenlediğini söylüyordu. Ben de okumayı beş buçuk yaşında öğrendim kardeşim. Söylüyor muyum? Biraz alçakgönüllü olun ya!

Bunların dışında Tallinn'e Sinan ile yaptığım bir günlük gezi yine son derece güzeldi. Akılda kalan bir macera olmadığı için güzel deyip geçiyorum. Ayrıca Espoo'daki bir sinemanın "4 bilet al, daha az öde" gibi bir kampanyasından yararlandık. Biletleri aldığımız gün ilk hakkımızı kullanmak için kendimizi zorladık ve "Karate Kid"i seçtik. Beklentimiz büyük olmadığı için üzülmedik. "İkinci denememiz daha güzel bir film olur" dedik ve geldiği ilk gün oyuncu kadrosunun ve film afişinin ihtişamına kapılıp "Wall Street Money Never Sleeps"e gittik. Şu ana kadar Karate Kid açık ara liderliğini koruyor. Son iki hakkımızı çok daha iyi filmler için kullanmalıyız sanırım.

Böyle anlatınca çok sosyalmişim gibi geldi ama inanın şu ana kadar çok boş vaktim oldu ve çoğunu odamda bilgisayar başında sağa sola laf atıp ilgi çekerek, dizi veya maç izleyerek geçirdiğimi söylemem lazım.

Sosyalleşme çabalarım genelde böyleydi, öyle deliler gibi eğlenmesem de zaman zaman canım sıkılsa da, keyfim yerinde yine de ne yalan söyleyeyim.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, kendinize iyi bakın....

18 Eylül 2010 Cumartesi

Merhaba Finlandiya Beni Hatırladın Mı?

İstanbul'da eşyalarımı toplarken bir yandan da ertesi gün Helsinki'de söyleceğim bu lafın provasını yapıyordum. İzmir'de arkadaşlarımla vedalaşmış, İstanbul'da uçağım için günleri sayıyordum. Havaalanına geldiğimizde ruh halimin bir buçuk yıl önce Tampere'ye gitmek için geldiğim zamana göre çok daha farklı olduğunu hissettim. Resmen duygusuzlaşmıştım. Annemin ve babamın "yemek ye yavrum ve uykuna dikkat et, uyu" sözleriyle orada ölüm orucuna girmemden dolayı duydukları endişeleri hissetmeme rağmen, ben hiçbir tepki veremiyordum. Bir an önce pasaport kontrolüne girip, ayrılmak istiyordum yuvamdan. Başka zaman olsa "nolur göndermeyin" derdim ama bu sefer fazla gaza gelmiştim sanki.

Uçağa giderken ürkütücü hacimdeki sırt çantamı alırlar mı almazlar mı diye kendimi yiyip bitiriyordum. Uçağa girmeyi başarmıştım ama en son ben geldiğim için hacimli çantamı dolaba yerleştirmek ve yerleştirirken de zorlandığımı hosteslere belli etmemek için büyük efor sarfettim. Uçakta Erasmus öğrencisi çoktu, çoğu ile hemen hemen aynı yaşta olmama rağmen "gençlere bak, kanları kaynıyor tabii normal" diye iç geçirdim ve İstanbul'dan ayrıldık.

Geleneksel aktarma noktam Riga Havaalanı'na sorunsuz bir inişin ardından Hesinki uçağını beklemeye başladım. İlginçtir Helsinki'ye de sorunsuz bir iniş yaptım. Helsinki'ye geldiğimde her şey çok sakin görünüyordu. Elbette bir karşılama beklemiyordum ama pek bir umursamaz gördüm insanları, oysa ikinci evime gelmiştim. "E ne yapsalardı be çocuk?" dediğinizi duyar gibiyim ama o an bana çok sönük geldi ne bileyim.

İlk gecemi Helsinki Olimpiyat Stadyumu'nun dibindeki hostelde geçirecektim. Stadium Hostel adındaki bu şirin yer zaten Helsinki'de kalabileceğiniz en uygun yer. Odama yerleşip, bıcı bıcı yaptıktan sonra internete kavuşmak için bilgisayarımı alıp ortak alana koştum. Geldiğimde iki arkadaşı Türkçe konuşurken duydum ve hemen kulak kabarttım. Mutsuzlardı, "Merhaba arkadaşlar, neden mutsuzsunuz?" diye sorduğumda, bana kalacak yer sıkıntılarının olduğunu, hostelin de bu pazar ve bazı günlerde tamamen dolu olduğundan bahsettiler. Bense kalacak yer için başvurmuştum ancak henüz bir cevap alamamıştım. Planım, heyecan yapmadan hemen ertesi gün başvuruma cevap vermeyen HOAS adlı kuruma gidip "Ne kadar istiyorsanız vereyim bana bir yer bulun" diye çıkışmak ve karşılığında "Aman Can Bey paranın lafı mı olur buyrun bu gece bizde kalın" şeklinde bir cevap almaktı ya da en kötü bana hemen bir yer bulup anahtarını vermeleriydi. Ancak Eren ve Kevser -artık tanışmıştık- HOAS'a da yoğun bir talep olduğunu durumun vahim olduğunu söylediler. O ana kadar soğukkanlılığımı koruyan ben yavaş yavaş endişelenmeye başlamıştım. Daha sonra iç geçirerek bilgisayarımı açıp Facebook'ta arkadaşlarım tarafından gitmem hakkımda yorum yapılıp yapılmadığını kontrol edecekken HOAS'tan gelen maili gördüm ve heyecanla okudum. Bir son dakika mucizesi ile HOAS bana bir yer bulduğunu ve halime şükredip mutlaka kabul etmem gerektiğini söylüyordu. Ben de öyle yaptım ve sevinçle odama koşup hemen sabahın olmasını bekledim. Bekledim derken uyudum tabii ki.

Sabah erkenden kalkıp okula gittim. Kampusu gerçekten beğenmiştim, yemyeşildi bir kere. Ayrıca eğitim hayatım boyunca ilk defa bölüm binası gibi bir kavrama kavuşacaktım. Kayıt işlerini hallettikten sonra, HOAS'a koşup kira sözleşmesini imzalayıp anahtarımı teslim aldım. Bunları yaparken otobüslere harcadığım eurolara içim gidiyordu. Otobüs kartı alabilmem için önce yabancılar dairesi diyebileceğimiz kuruma gidip kayıt yaptırmam gerekiyordu. Bir saat önce aldığım yeni ev adresimi de belirttiğim formu doldurup resmi ikametgahımı aldıktan sonra yakınlardaki başka bir ofisten otobüs kartımı aldığımda bir gün içinde çok önemli işler yaptığımı farkettim. Çok yorulmuştum.

Ertesi gün yine erkenden okula gittim, bu sefer okulla ilgili oryantasyona katılmayı planlıyordum. Yaklaşık kırk elli kişi bir amfide toplanmıştık. "Hadi kendimizi tanıtalım" komutunu aldıktan sonra, sırayla tek tek ayağa kalkıp adımızı ve memleketimizi söyledik. Bu yöntemle bir saattir yanımda oturan çocuğun adının da Görkem olduğunu öğrendim ve kaynaştık tabii. Öğleden sonra bölüm başkanı ile toplantı için üst kata çıktığımda da eski bir ODTÜ Kıbrıs öğrencisi olup daha sonra Ankara'ya geçen Sinan ile karşılaştım. Büyük bir samimiyetle sohbet edip toplantıya girdik. Bölüm başkanı, profesör falan denilince biraz gerildim. Ancak ortam çok rahattı, zaten toplantı dediğim şey de hepimizin masanın etrafında oturup kırk yıllık kankaymışız gibi hocayla sohbet etmekten ibaretti. Hocamız Matti gerçekten çok sempatik bir adamdı. Bir profesörden çok dersanelerdeki fizik hocasını andırıyordu rahatlığıyla. Bölümdeki dersler hakkında bilgi verdi ve seçmeli dersler konusunda da "Alışverişte lazım olur, ayrıca Fin kız falan tavlarsınız" diyerek Fince'yi tavsiye etti. Toplantıdan sonra Sinan'ın odasına gittik. O sırada Sinan'ın ODTÜ'den sınıf arkadaşı Utku ile tanıştım. Utku, bir gün önce kayıt sırasında bana hangi formları doldurmam gerektiğini söyleyen şeker adammış meğersem. Zaten o an bir kanım kaynamıştı sormamıştım memleketini, toprakmışız oysa. Sinan ve Utku'ya ne yapıp ne ettiğimi anlattım ve yeni evime gitmeyi planladığımı söyledim. Yine meğerse Utku geçen sene benim muhitimde oturuyormuş. "Gel birlikte gidelim biraz karışıktır oraları bulması" diyerek beni benden aldı. Sinan ve Utku ile birlikte en az bir yıl kalacağım yeri görmeye gittik. Yine bana kucak açan insanları bulmuştum, mutluydum. Okuldan otobüse bindik ve yarım saat sonra mahalleye vardık. Evet artık her gün okula giderken o yolu çekecektim. En azından kalacak bir yerim vardı. Kapıyı açıp içeri girdiğimde boş bir koridor beklerken her tarafın dayalı döşeli olduğunu gördüm. Ev arkadaşlarım anlaşılan oldukça temiz ve düzenli adamlardı. Girişte yirmi çift ayakkabı gördüğümde ise cemaat evine geldiğimi zannedip ciddi biçimde ayvayı yediği düşündüm. Duvardaki kocaman Nelson Mandela resmini görünce korkum geçti. Anlaşılan evde Afrikalı birileri vardı. Hemen arkamdaki dambılları ve mutfak girişindeki barfiksi görünce tekrar korkmaya başladım. Biraz daha ilerleyip odamın kapısına geldim ve gözlerimi kapatarak anahtarı çevirdim. Oda bomboştu ama buna hazırlıklıydım. HOAS bundan bahsetmişti. Sadece elbise dolabı vardı ama içerisi temizdi. Zamanında Tampere'de odama hemen yerleştirilirken perde ve nevresim takımım yok diye söyleniyordum, şimdiyse bir yatağa muhtaçtım.

Evden ayrıldıktan sonra Utku günün bir başka güzel hareketini yapıp bizi mobilyaları alabileceğimiz ikinci el dükkanına götürdü. Dükkanda yok yoktu. Etrafa saldırıp yüz eurodan biraz fazla ödeyip, yatak, masa, koltuk sandalye karışımı birşey, tabak çanak alarak ve taşıma parası vererek önemli bir işi daha halletmiş oluyordum. Fakat mobilyalar ancak dört gün sonraya salı gününe gelebilirlerdi. O gece hostelde kalacaktım. Kalan üç gün için de Sinan bana kucak açmıştı. Çok yardımcı oldular bana sağolsunlar.

Sinan ile kardeş kardeş yaşadık üç gün boyunca. Genel olarak Çakıl Taşları, Küçük Sırlar ve fanatiği olduğum Geniş Aile'yi izleyerek vakit geçirdik. Bu arada Ikea'ya gidip tencere, masa lambası, duş perdesi, yastık, yorgan gibi ihtiyaçlarımızı da karşıladık. Akşam Görkem de bize katıldı, basketbol şampiyonasını takip edip kampus turu attık.

Salı günü geldiğinde yuvama kavuşacağım için mutluydum. Eşyalar saat 3-4 arası gelecekti, adamlar saat tam 3'te kapıya dayandılar. Zaten sağlam bir nakliyat parası verdiğim ve muhtemelen reddedeceklerini düşündüğüm için bir şey ikram etmedim adamlara. "Sağolun" dedim ve eşyalarımla başbaşa kaldım. İlk defa oda tasarımı yapacaktım ama az eşya olduğu için çok zor olmadı. Internet kablosunu taktığımda bağlantının da sorunsuz olduğunu görünce huzura kavuştuğumu hissettim.

Akşama kadar ev arkadaşlarımın gelmesini bekledim. Ev o kadar düzenliydi ki, tabağımı tenceremi koyacak yer bulamadım, kendimi misafir gibi hissettim, ürktüm. Sonunda biri içeri girdi hemen koridora fırladım. Gencecik fidan gibi biri duruyordu. Kendimi tanıtıp yeni ev arkadaşı olduğunu söyledim tüm sevimliliğimi takınarak. Karşılığında hödükçe bir "What?" aldım. Uzun bir süre iletişim kuramadık ama kendisinin iyi bir çocuk olduğunu anladım. Henüz liseye giden Maksim adında Rus bir gençti kendisi. Biraz garip bakıyordu, her an beni bıçaklayabilirmiş gibi hafif bir psikopat edasına sahipti sanki. Ancak bu benim paranoyaklığımdan başka bir şey değildi elbette.

Yarım saat sonra ise asıl patron geldi. Afrikalı tezim doğru çıkmıştı. Soğuk bir merhabanın ardından hala kendisine sevimli sevimli baktığımı hissetmiş olacak ki dönüp bir de "Hoşgeldin! Ben Tanzaya'dan Steve, sen kimsin çocuğum?" dedi. Kendimi tanıttım ve Steve'den evle ilgili temel bilgiler aldım. Kendisi uzun süredir bu evde kalıyordu ve anlaşılan sürekli gelip giden değişim öğrencilerinin pasaklılığından çok çekmişti. Testiyi kırmadan dayağa başlamıştı. "Burası mutfak burada yemek yaparız, bulaşık bırakmıyoruz temiz tutuyoruz tamam mı?" dedikten sonra, benim "Evet abi anladım" şeklindeki masum yüz ifademi görüp hemen ardından "Hoşgeldin" diyordu tekrar. Steve otuzdan fazlaydı ve onsekizin altındaki liseli elemanla bir yıldır aynı evde yaşıyordu. Anladığım kadarıyla Maksim annesinin yanından direkt buraya gelmişti ve yemek, bulaşık, genel ev temizliği konusunda ilk eğitimi Steve'den almıştı. Adam bundan artık bıkmış oalcak ki biraz sert konuşuyordu genç kardeşe. Steve beni de aynı şekilde tıfıl zannettiği için "Burada malesef anne yok, bu bakımdan düzenli olmalıyız. Hmm, hoşgeldin" dedi. Önce ayar verip sonra hoşgeldin diyordu ama tabağımı çanağımı, kabımı kacağımı koyacağım yerleri gösterip birkaç gün sonra da odama alacağım lamba konusunda bana yardımcı olacaktı bu siyah adam. Kendisine merak etmemesini, genelde özel alanımı kirli, ortak alanları temiz tutan ideal bir ev arkadaşı olduğumu söyledim. Odama geçip kendi kendime yapabildğim yegane yemeğim noodle ımı yerken, Steve kapımı tıklatıp "Con, bir dakika gelir misin?" dedi. Adım artık Con'du. Kapıyı açtığımda Steve'in belinde havlu vardı ve duştan yeni çıkmıştı. "Bir dakika gel" dedi, "Allah'ım ilk günden bunu hakedecek ne yaptım ben?" diye korkulu düşüncelerle takip ettim kendisini. Banyoya girip, "Duştan sonra yerleri ıslak bırakmıyoruz, böyle siliyoruz tamam mı? Hoşgeldin!" dedi. Adamın günahını almıştım. Büyük bir rahatlıkla "Anladım" dedim.

Şimdi apartmanın giriş katındaki evimde, manzarasız odamda duş için aldığım perdenin cuk diye oturduğu kocaman penceremle, tam bir internet bağımlısı olmama rağmen mutluyum. Burası Tampere'den ve Erasmus ortamından çok farklı ama hayatımdan memnunum. Burada gerçek bir memur hayatı yaşamayı planlasam da elimde değil muhakkak size anlatacak bir şeyler bulurum sevgili okurlarım.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere kendinize çok iyi bakın...

16 Temmuz 2010 Cuma

ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu

Bilgilendirici bloglar serimizin ilk bölümüne hoşgeldiniz değerli okurlar. Google'a başlığı yazınca ilk sayfada çıkmışımdır inşallah. Bu yazıda 4 yılımı geçirdiğim ve bir ay önce mezun olduğum güzide okulum ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu hakkında bildiğim, gördüğüm her şeyi anlatarak hem minnet borcumu ödemeye hem de ÖSS tercih dönemindeki mini mini birleri, çalışmış ama belki de gönlüne göre puanlar alamamış ikileri aydınlatmaya çalışacağım.

Okulun tarihçesi (5 yıllık okul zaten kısa bir tarih), bölümleri ve diğer ana bilgiler takdir edersiniz ki http://www.kkk.odtu.edu.tr/ adresinde zaten mevcut. Burada size bu kampuse gidilmeli mi, gittikten sonra neler beklenmeli bunlardan bahsedeceğim.

Kampusun ilk açıldığı 2005 yılından bugüne kadar gözle görülür bir değişim gösterdiği aşikar. 2006 girişli bendeniz, üst dönemlerimden hep "İlk geldiğimizde sadece 3 bina vardı, gerisi hep inşattı, ne market vardı ne bir şey, berbattı berbat" şeklinde haklı hayıflanmalar duymuştum. Ben onlara göre daha şanslı bir nesildim kuşkusuz. Bence şu an sahip olduğu imkanlar açısından son derece modern bir kampus olmuştur ODTÜ KKK. Tek sorun Kıbrıs adasının en tenha yerlerinden birinde kurulmuş olması, Lefkoşa, Girne, Gazimağusa gibi yerlere oranla çok daha küçük ve cansız Güzelyurt'ta bulunmasıdır.

Bu okulu tercih etmeden önce beklentilerinizi iyi analiz etmelisiniz değerli okurlar. Eğer birinci önceliğiniz kaliteli bir eğitim almak ve diplomanızda ODTÜ imzasını görmek ise gelmelisiniz. Fakat, geldikten sonra "Ama ama hani Taksim, hani Tunalı, hani Alsancak gibi canlı öğrencilerle dolu kıpır kıpır yerler? Nerede bunlar?" demeyin. Çünkü öyle yerler bu kampusun civarında bulunmamakta. İlginçtir bu okulda her kesimden insan da vardır. Başka deyişle bu okula gelenler sosyal hayatı yerle bir edip sırf okumaya gelen tipler değildir. Belki onlar da bu beklentiler ile geldiler bilinmez ama durumu gördükten sonra hayatlarına bir şekilde devam ettiler. Ancak bu olumsuz durumu olumlu duruma çevirmek de mümkün olabiliyor. Ders dışında yapacak birşey olmadığı için çok daha fazla ders çalışabiliyorsunuz. "Allah belanı versin" nidalarını duyar gibiyim. Şaka bir yana hakikaten ders çalışma olanakları bence çok iyi. Özellikle ilk senem manastır gibi yurt,okul,yemekhane ve kütüphane -her biri 5 dakikalık yürüme mesafesindedir- arasında geçmişti. Çok da tavsiye etmiyorum böyle bir yaşamı. Her şeyin bir kararı olmalı. Daha önemli bir avantaj ise yine yapacak bir şey olmaması ve yüzlerce kişiyle kader ortağı olmanız sonucu sağlam arkadaşlıklar kurulabilmesidir. Bunu yüreklilikle söylüyorum ki yatılı okul okur gibi üniversite okuduğumuz için lise arkadaşlıkları kadar sağlam, belki ondan bile sağlam bağlar kurabiliyorsunuz. Bu kampusun en önemli getirilerinden biri de budur kesinlikle (Sevgili lise arkadaşlarım sizi unutmak mümkün mü, ben öyle demek istemedim).

Yurt olanakları açısından iddia ediyorum Türkiye'nin en iyilerindendir. Belki de en iyisidir. O açıdan kimsenin şüphesi olmasın. Kampsun göbeğinde, her yere rahatlıkla ulaşabilmeniz açısından avantajlıdır yurtta kalmak. Bir adet yemekhane ve üç tane yurt kantini vardır. Ben sadece üçüncü yurt kantinini beğenirim. Fakat sürekli aynı şeyleri yemek bünyeyi psikolojik olarak sarsacağı için, daha iyi yemeklere sahip bir yemekhane gelene kadar bir çaresine bakın, yapabiliyorsanız yemek yapın. Yurtlarda imkan vardır. Ben istemeye istemeye çoğunluka yemekhaneye gittim, ev yemeklerine daha yakın diye. Ancak kampuste bir yemek sorunu var diyebilirim maalesef.

Kampusun hemen dibinde Kalkanlı köyü vardır. Adı köy olmasına rağmen şu an içinde çok güzel bir pizzacı, bar -bu sene disko bile vardı kapanmış olabilir- ve daha az güzel kebapçıları (2 tane olması lazım) olan bir yerleşim yeridir Kalkanlı. Bir saatlik yol sonucu Girne'ye veya Lefkoşa'ya gitmek istemiyorsanız hemen bir koşu keyif yapayım derseniz Kalkanlı iyi bir seçimdir. Zaten alternatif yok, istmeseniz de bir ay içinde Kalkanlı sizin kutsal mabediniz olur merak etmeyin. Kampusten sık sık Güzelyurt'a servis vardır. Beş dakikada varırsınız, orada daha güzel restaurantlar vardır bence. Ama öğrenciler için çok önemsiz (!) bir ayrıntı: Kıbrıs yemek konusunda biraz pahalıdır.Gece hayatı açısından unutmamanız gereken tek şey Girne ve Lefkoşa'ya akşam 6'dan sonra gitmeye veya oradan dönmeye kalktığınızda taksi tutmak zorunda kalırsınız ve en az 40-50 liraya güle güle dersiniz. Toplu taşıma açısından da bu kadar zengindir (!) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. O parayı vermemek için hep minibüs tutup 10 kişilik gruplarla gittik Girne'ye. Okulun bizim dönemimizde cuma ve cumartesi akşamları Girne'ye makul bir fiyata servis kaldırdığını unutmayalım tabii. Planları ona göre yapmak lazım.

Aktif bir öğrenci olmamama rağmen kampuste çeşitli öğrenci toplulukları vardır. Ben takdir ederim çalışmalarını ama derslerime daha çok zaman ayırdığım için bu anlamda sosyalleşemedim. Onun yerine PES oynadım arkadaşlarımla. Neyse bu çok önemli bir şey değil devam edelim.

Evet ve sonunda eğitim... Her şeyden önce küçük bir kampus olmanın en büyük avantajı çok az kişiyle beraber eğitim görüp, hocalarla çok rahat iletişim kurabilmenizdir. 300 kişilik bir bölümde değil de 30 kişilik bir bölümde okuduğunuzu aklınızda yanyana getirirseniz farkı daha rahat anlayacaksınız. Çok değerli hocalarımız vardır. Kendileri ilk başlarda ana kampusten geliyorlardı, hala da gelmektedirler ancak Kıbrıs Kampusu yavaş yavaş kendi kadrosunu kurmaya başlamıştır ve yanılmıyorsam bu kadro da yıllardır süre gelen ODTÜ kriterlerine dayanarak oluşturulmaktadır. Kısacası eğitimi iyidir okulumun. Elektrik-Elektronik Mühendisliği mezunu olarak bölüm ile ilgili söyleyeceğim çok özel şeyler yok açıkçası. Hocalar kalitelidir. Örneğin mezun olduktan sonra çeşitli şartları yerine getirdiğiniz takdirde meşhur Intel'de (hani şu Pentium'u yapan, evet o) staj olanağınız dahi olabilir bu okulun bağlantıları sayesinde. Yurtdışında yüksek lisans olanakları mevcuttur, mesela bir aksilik olmazsa ben yararlanacağım bu olanaktan. Burada bahsetmek istediğim şey "Diploma geçerli olacak mı, iş bulacak mıyız?" gibi sorular son derece anlamsızdır. Demek ki neymiş? Diploma uluslararası olarak tanınan ODTÜ diplomasıymış. Bu konuda bir sorun olmadığını söyleyebilirim.

Biz değerli ODTÜ KKK öğrencileri yıllardır okulu tanıtmak anlatmak için çabalar sarfettik. İnsanlar anlamamakta ısrar ettiler ama biz vazgeçmedik. ODTÜ dedik, "Vaayyy" dediler; "Kıbrıs Kampusu" denilince, "Hmm olsun, üzülme" diyenler oldu. Kıbrıs dediğimizde az önceki ODTÜ'yü hafızadan silip, "Yakın Doğu mu?" diyenler oldu, "Hayır" dediğimizde "Doğu Akdeniz o zaman" diyecek kadar ileri gittiler. Ana kampuse göre çok düşük ÖSS puanları ile girdiğimiz için para ile ODTÜ diploması almakla itham edildik. Kulaklarımız tıkadık, derslerimize çalıştık, bazılarımız emeğinin karşılığını aldı; diğerleri ise daha hazırlıkta okulu bırakmak zorunda kaldı veya atıldı para vermelerine rağmen.

Sonuç olarak eğer ODTÜ,Boğaziçi,Bilkent, İTÜ gibi okullara giremiyorsanız ve iyi bir diplomaya sahip olmak istiyorsanız bu kampusu bence iyice düşünün. Sizi içi ve dışı gayet modern bir şekilde donatılmış binalarla dolu, eğitim kalitesi yüksek, nüfüsu iki binden bile az güzel bir kampus bekliyor. Hayatımızın baharını bir manastırda geçirme kararı elbette zor bir karar ancak İzmir gibi bir kentte büyümüş bendeniz, diğer arkadaşlarım bahsettiğim büyük okullara giderken ODTÜ KKK tercihimden hiçbir pişmanlık duymadım, en kötü ihtimalle İzmir'de okuma imkanım olmasına rağmen. "İzmir ne alaka?" demeyin, şüphesiz ki Türkiye'nin en güzel şehri.

Yazdıklarım umarım biraz aydınlatıcı olmuştur. Bu satırları okuyan ODTÜ KKK ailesi bireylerinin de onayını almış olduğumu umuyorum. Aylardır böyle bir yazı yazmak istemiştim. Tam istediğim gibi olmasa da hedef kitleme ufacık yararı dokunursa ne mutlu bana.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Gerekli Güncelleştirmeler

Dostlarım aradan bir yıl geçmiş, "şunu anlatacağım bunu anlatacağım beni takip edin" demişim ama sözümde durmamışım. Son senenizde önünüzde bir ton ödev, proje, sınav falan olunca zaman bulunamıyor ister istemez. Şimdi her şeyi telafi etme zamanı...

Bloga başladığım dönemlerde kendimi uzaya gönderilen ilk Türk gibi görüyordum; sanki kimse yurtdışına çıkamaz gözlemlerini de aktaramaz diye. Oysa etrafımda bir ton Erasmusçu kardeş türedi bir yıl içinde. Bunun altında kalamayacağım için Finlandiya'ya yüksek lisans için başvurdum ve yeni yayın dönemine bu şekilde giriş yapmak istedim. Bir aksilik olmazsa Eylül ayından itibaren Helsinki'de Aalto School of Science and Technology (eski Helsinki University of Technology) için mücadele edeceğim. Hakettiler valla...

Gezi notlarım artık tazeliğini kaybettiği için bir yıl önceki olayları anlatma hevesim de kalmadı. Biraz daha öğretici aydınlatıcı şeyler yazmak isterim bu konuda. Malum binlerce gencimiz yazın Interrail planı yapıyor ama bir şekilde bu planların çoğu gerçekleşemiyor. Bu konuda ne yapılır ne edilir gibi sorulara açıklık getirebiliriz ama söz vermeyeyim belli de olmaz şimdi. Artık hiçbir şey için söz vermemek lazım rezil oluyoruz sonra.

Belçika'nın Antwerp kentinden bahsetmişim, "Amsterdam'ı boşverin size Barcelona'yı anlatayım" demişim ama kısmet olmamış. Barcelona'nın ardından yurda dönüp 10 gün sonra küfürler eşliğinde bir kez daha yurtdışına çıkıp bu sefer Doğu Avrupa ve İtalya'yı görmeye gittim 3 arkadaşımla birlikte. Krakow ve Budapeşte bu gezinin parlayan kentleri oldular açıkçası. Sonrasında önce İstanbul ardından Ankara'da staj yapıp nefes alamadan son senem için Kıbrıs'a döndüm. Kıbrıs için bir yazı yazmayı gerekli görüyorum. Yakında tercihler yapılacak biliyorsunuz, istedikleri puanları alamayıp bir sene daha da hazırlanmak istemeyen bünyelere yardımcı olmayı da istiyorum.

Eğitici öğretici olacağız diye eski maymunluğumuzdan ödün verecek değiliz tabii ki. Ancak şu dünyada bir dikili ağacım bile yokken azıcık faydam dokunsun isterim değerli okurlar. Blog " ben gezdim gördüm siz de oturun patlayın ezikler" gibi birşeye dönmesin, vallahi üzülürüm.

Yorucu ve korkunç stresli bir senenin ardından sağ salim ODTÜ Kıbrıs'tan Elektrik-Elektronik Mühendisi olarak mezun oldum dostlarım. Sağolun efenim darısı sizlerin başına. Okul biter bitmez soluğu İstanbul'da Sonisphere Festivali'nde aldım. İlk yazımda bundan bahsederim size sonra da okulu anlatırım diye düşünüyorum.

Bu satırlarla gerekli güncelleştirmeleri yükledik sanırım. Umarım herkesin keyfi yerindedir. Hala oradaysanız, yeniden başlıyoruz.