Evet değerli okurlarım hala beni terk etmemişseniz size kocaman bir merhaba diyerek iki aylık ayrılığa son vermek istiyorum. Yaz döneminde bu blogta zaten ayda bir yazabildim ancak koca bir eylül ayını pas geçmeyi kendime pek yakıştıramadım açıkçası. Efendim şu anda iki aylık stajımın ardından Kıbrıs'ta yuvama dönmüş, Erasmus'ta yediğim daha doğrusu yemeye çalıştığım haltların bedelini ödemekle meşgulüm. "Eee biz işimizle gücümüzle uğraşırken sen o memleket benim şu memleket benim geziyordun, beter ol eşşek!" tarzı intikam çığlıklarınızı duyar gibiyim.
Kıymayın bana lütfen...
Bundan 4 ay önce gerçekleştirdiğimiz Anywerp gezisinin notlarını aktarmadan önce blog ile ilgili planlarımı sizlerle paylaşayım istedim. Sanki milyonlarca kişi okuyormuş gibi böyle ünlü adam tavırlarına bürünmek hep hoşuma gitti size yalan söylemeyeceğim ama gerçekçi olursak "yav unuttun blogu hiç yazmıyorsun" gibi yorumlar da almadım değil şimdi. Herşeyden önce bu sayfa benim için her zaman önemliydi ve şu dönemler içimi rahatlıkla döküp kafamı dağıtacağım en önemli adres de sanırım burası. Malum baya yere gittik ve her yeri bu şekilde anlatacak düzenli bir kaynağım yok. Hatırlamak için kendimi kassam bir şeyler çıkar da gerek yok, bir an önce şu 4 aylık zaman boyutunu yok edip bugüne dönmek istiyorum. Bu nedenle Antwerp'i istemeye istemeye anlatıp, Amsterdam'ı hiç anlatmayıp son Barcelona gezisini seve seve anlatmaya çalışacağım. Ardından gelen Doğu Avrupa gezisinin ise önemli anlarını yayıncı kuruluş görüntüleri bize verdiği an sizinle paylaşacağım ama malesef sadece özet.
Yazık oldu Antwerp'e... Şehrin sayfasını onu ilgilendirmeyen ayrıntılarla işgal ettim. Antwerp zaten şamar oğlanı oldu gezi boyunca dostarım. Programdaki iki günü doldurmak ve Avea'dan bir de "Belçika'ya Hoşgeldiniz!" mesajını almak için böyle zorlama bir işe girmiştik. Brüksel'e Brügge'e ne olmuştu peki? Onlar yerli yerindeydi ama en hesaplı bilet Antwerp'indi ve Amsterdam'a daha rahat ve hesaplı ulaşabiliyorduk bu hamleyle.
Baş kahraman Mülazım bizimle gelmemiş, Den Haag'taki akrabasında kalmış ve Amsterdam'da yağmurlu bir akşam üstünde buluşmak üzere ayrılmıştık kendisiyle. Zaten Amsterdam'da yağmurlu bir akşam üstü ancak Mülazım ile buluşabilirdi bu kendi kendine romantizm aşılamaya çalışan zavallı beden. Neyse efendim Arda ve Yaşar ile birlikte orta yaşlı bir teyzenin (gerçekten teyzeydi) hem şöförlüğünü hem de muavinliğini (valiz indirme, teslim etme gibi) yaptığı Eurolines adlı ucuz ama çok da kaliteli olmayan ünlü otobüs firması ile Antwerp'e vardık. Arda'nın kesin gelip gelmeyeceğini bir türlü kestiremediğimizden ötürü onun hostelini geç ayırtmıştık ve kendi hostelimizde yer bulamadığımızdan ötürü farklı yerlerde kalacaktık. Önce bizim hostele ardından Arda'nın hosteline gitmeyi planlarken pusulayı yanlış okumaktan ötürü (doğru kullandık ama yanlış okuduk) yanlış yöne doğru hareket ettik ve Arda'nın hosteline önce vardık. Biz "umarız Arda'ya merkezi bir yerden hostel ayarlamışızdır" şeklinde düşünürken, ben umduğumuzdan çok daha fazla merkezi bir hostel görünce önce şaşırmış sonra da kıskanmıştım. Şehir meydanının tam dibinde kalacaktı bu şanslı adam. Arda "oğlum bak en iyi 10 hostel arasına girmiş burası" diye yaramı daha çok deşerken, biz yeni hostelimizi merak etmeye çoktan başlamıştık.
Kendi yerimize gittiğimizde karşımızda son derece mütevazi bir apartman çıkmış hiçbirimiz bunu bir hostele benzetememiştik. Öndeki camın üzerine yapışmış bir not gördük. Notta "eğer kapıyı açmazsak şu numarayı arayın büyük ihtimalle balığa gitmişizdir yarım saate kalmaz döneriz" gibi birşey yazıyordu. Arda'nın yerini gördükten sonra kendi hostelimize karşı büyük bir önyargım varken, üstüne üstlük böyle bir notla karşılaşmamız beni söz konusu hostelden daha da çok tiksindirdi. Ancak uzun süre kapıyı çalmamız sonuç verdi ve ayağında çoraplarla aşağı inip kapıyı açan daha sonra kendisinin Fin ile evli olan bir Avustralyalı olduğunu öğreneceğimiz yardımsever bir abi açtı kapıyı. Kendisi burada müşteri olduğunu hostel sahiplerinin ne zaman geleceğini bilmediklerini, yukarıda beklememizin daha iyi olacağını söyledi bize.
(3 ay aradan sonra Antwerp'e devam)
Yukarıya çıktığımızda hostelin daha önce kaldığımız yerlerden çok farklı olduğunu gördüm. İçeride tam bir ev ortamı vardı ama yine de belirsizlik beni germişti. Tam "15 dakika daha bekleyelim sonra çekip gideriz ne bu yeaa!" diye düşünürken hostelin sahipleri olan genç evli çift geldi. Son derece güleryüzlülerdi, özür dileyerek bir yanlış anlaşılma olduğunu, bizim burada beklediğimizi anlayamadıklarını söylediler. O kadar sıcak ve içtendiler ki bir anda yumuşadık. İki oda ve sekiz yatak kapasiteli bu şirin hostelde üstüne bir de "sabah ekmek kızartıp mutfağa koyucaz, reçel, bal, nutella gibi şeyler de var istediğiniz zaman yersiniz, kendinizi evinizde gibi hissedin" lafını duyunca, önyargımın ne kadar gereksiz olduğunu anladım. Para hırsıyla dolu profesyonel görünmeye çalışan ukala hostel işletmecilerinin yanında burası çok farklıydı. Utandım bir an kendimden.
Çantaları yerleştirdikten sonra "Antwerp'i biliyor musunuz? Kısaca bilgi vereyim isterseniz." dedi ismini hatırlayamadığım hostel sahibi abi. Oturduk bize nerede ne var, hagi yemek yenir, hangi ulaşım ne kadar tutar, hepsini anlattı adam. Fiyatlardan bahsederken "burada yemek fiyatları daha demokratik" lafı ilgimizi çekti. Hostelden çıktıktan sonra Belçika'nın ünlü yöresel yemeği patates kızartması yemek için mekan aramaya başladık. Demokratik patatesleri yedikten sonra havanın da yavaş yavaş kararmasıyla birlikte şehir merkezine indik. Meydanda ve nehir kenarında dolaştık.
Antwerp dar sokak ve caddeleriyle çok etkileyiciydi. Normalde nehirler kanallar daha çok ilgimi çeker, çoğu pozu oralarda verirdim. Ancak parke taşlarla örülü tramvayların sesleriyle canlanan ve kafelerin dışarıya attığı masalarla daha bir hoş olan caddeler benden tam puan aldı. Bisiklet trafiği tıpkı Hollanda da olduğu gibi burada da yoğundu. "Cuma ve cumartesimizi Amsterdam'da geçirmek vaken nereden çıkardın Antwerp'i?" diye söylenen ve beni de kararımızdan ötürü kaygılandıran Arda bile "güzelmiş lan" diyerek gezinin tadını çıkarıyordu. Bundan sonraki tüm gezimizde yemek yemek birşeyler içmek için mekan aradığımızda önerim hep "abi böyle dışarıda masalar falan..." olacak, insanlar bu fikrimi önceden bildikleri için bana "neresi olsun?" diye sorma gereği duymayacaktı.
Ertesi sabah tüm günümüzü şehre ayırdık. Nehrin altındaki tünelle karşıya geçtiğimizi hatırlıyorum ancak dürüst olmak gerekirse ilgi çekici bir gelişme olmadı. Bunu söylememdeki en büyük etken ise 7 ay önceki geziyi hatırlamaya çalışıp buraya aktarma çabam olabilir. Akşam dışarıya çıkmak istemiştim ama midemi bozduğum için hostelde karar verip Yaşar ile AROG'u izledik. Avustralya - Finlandiya ortak yapımı evli çift ile sohbet ettik. Hayatımda sarhoş olmamasına rağmen en çok konuşan Fin olarak yer etti bu abla. Saçları siyah olduğu için kendisine Fin'e benzetmemelerine sinirlendiğini anlatıyordu. "Beni de Türk'e benzetmiyorlar üzülme" dedim ve kendisine moral vermeye çalıştım. Ertesi gün bu çiftle Amserdam'a aynı otobüsle gideceğimizi öğrendik, "aa ne güzel vallahi" dedik.
Sabah ayrılma vakti geldiğinde hostel sahibi ablanın "aa gidiyor musunuz?" tepkisi bu kadar arkadaş canlsı bir ortamda bizi şaşırtmıyordu artık. Herkesle vedalaştıktan sonra (hosteldeki herkes arkadaşımız olmuştu) otobüse bineceğimiz durağa yürüdük. Dışarıda korkunç bir yağmur vardı ve otobüs gelmek bilmiyordu. Sonunda İtalya'dan gelen ve yaklaşık 12 saattir yolda olan otbüsümüze bindik. İçerisi gerçekten çok kötü kokuyordu üstüne bir de otobüs tuvaletini kullanmaya kalkınca asabım daha çok bozuldu. Ben tuvalete girince bir anda yolun bozulacağı tuttu. Klozetin içine girmemek için harcadığım efor soncunda bir daha otobüste tuvalete girmemeye karar verdim. Otobüs sırasıyla Rotterdam ve Den Haag'a uğrayarak beni 4 ay öncesine götürdü. Ardından Amsterdam'a vardık ve Red Light District'in dibindeki uçuk dindar Hostel'e yerleşttik. Mülazım takıma geri dönmüştü ama hostelin "kahvaltı şu saatte, akşam duası bu saatte" şeklindeki hatırlatmaları, duvardaki kocaman "Jesus Loves You" yazıları ve dışarı çıktığımızda gözümüze sokulan hem blue hem redlight vitrinleri ile şaftımız kaymıştı.
Amsterdam'ın iyi tarafını alamadık açıkçası, bunda kaldığımız yerin etkisi büyüktü. Hava son derece kötüydü ve ikinci Amsterdam seferim de beni tatmin etmemişti. İlkinde tuvalet sıkıntısı yaşamıştım hatırlarsanız. İkincisinde yerleşik hayatta olmama rağmen yine de memnun kalmamıştım. Hatta ilk gezi hava açısından daha etkileyiciydi sanki. Yaşar ile birlikte Anne Frank Müzesi'ni gezmemiz şehrin imajını gözümde biraz düzelttiyse de biz aylardır Barcelona'yı bekliyorduk.