Efendim geldik maceranın ikinci bölümüne. Yine araya birşeyler sıkıştıracağım, okul vakti geliyor çünkü. Mağaraya benzeyen güzel kafeden çıktık biraz modern Tallinn'de turladık -Old Town'dan çıkıp otobüslerin tramvayların olduğu şehir merkezine girince rahat 500 yıl farkediyor emin olun- ve yorulduğumuzu farkedip hostelimize döndük.
Odamıza geldiğimizde yeni oda arkadaşımız Fransız Cristoph ile tanıştık. 32 yaşında cana yakın bir adamdı. Neden geldin naparsın ne edersin gibi sorulardan sonra akşam yemeğinde buluşmak üzere sözleştik. Mülazımla biraz geyik ve fotoğraf çekiminden sonra -adamın faceboktaki profil resmi benim eserim ama takdir edilemedim- ayrı takılalım dedik. Aldı çantasını gitti. Ben önce uyumayı denedim. Sonra kalktım hostelin duvarındaki baykuş figürüyle fotoğraf çekildim. Daha fazla saçmalamadan dışarı çıkmamın daha iyi olacağını düşündüm ben de ayrıldım odadan. Bir kitapçıda internet kafe gördüm ve okuyucularım beni özlemiştir diye düşündüm 20 şubat tarihli blogumu yazdım. Ordan ayrılıp Mülazımla demir attığımız Nimeta Bar'a doğru giderken hava yavaş yavaş kararıyordu, kulağımdaki müzik, Tallinn caddeleri ve ben başbaşaydık. Muazzam bir histi ya sanki klip çekiyormuşum ya da bir filmin en can alıcı sahnesinde oynuyormuşum gibiydi ehehhe.
Mülazımla barda iki lafladık. O da müzeye kliseye falan girmiş "Allah aynı Allah be hacım" diye düşünerek bir mum yakmış o da. Neyse yemeğimizi yiyeceğimiz Olde Hanzen denilen mekana Cristoph ile buluşmaya gittik. Adam bekletti accık ama neyse girdik mekana. Aman dostlarım yaman dostlarım. Mekanda sıfır elektrik, sadece mum ışıkları ile aydınlanıyor. 14.yy dönemini en gerçekçi bir şekilde yansıtmışlar. "14.yy olduğunu nasıl çıkardın çok bilmiş" diye sorarsanız sordum yine o döneme ait kıyafetler giymiş garsonlara oradan biliyorum yani. Efendim güzel ama doyurucu olmayan bir yemek yedik ve garson ablamızın tavsiyesiyle ballı dark bira gibi birşey içtik. Bira bir şeye benzemiyordu da mekan hakikaten güzeldi ya. Valla yazarken yaşatamadım o duyguyu farkındayım da ben Alaçatı'daki kafelere gittiğimde bir garip olurdum ama burası Alaçatı'daki mekanların moralini bozar diyebilirim. Neyse efendim bir tuvalete gideyim dedim. Yahu bir saatte çıkamadım. Yok canım yemek dokunmadı ehehe. Tuvaletteki sistemi çözmem biraz vakit aldı. Yahu eski yapacaksınız da bi açıklama koyun. Kazanı eğiyorsun su geliyor elini yıkıyorsun, tasın içinden sıvı sabunu sürüyorsun eline. Ama "vay anasını be" dedim yani. Aynada kendime bakana kadar kendimi Kral'ın şatosundaki şovalye gibi hissediyordum öyle bir havaya soktu yani Olde Hanzen. Arada güzel garson ablaları gören Cristoph Fransız aksanıyla "oo föökk! fök! veğğii biituğğfuğğğ!" laflarıyla arada kopartmadı değil yani. 13 yıldır birikte olduğun bir kadın var hala garsona bakıyorsun be adam ayptır ya...
Oradan çıkıp küçük bir bar gördük girelim dedik. Yahu böyle birşey olamaz. Barın etrafı dışında oturacak yer yok küçücük bir alan ama acaip samimi, teyzeler amcalar gençler bir arada geyiğin dibine vuruyorlar yani. Akerdeon çalan amcalar ayrı bir sıcaklık kattı mekana valla hoşuma gitti dalga geçmiyorum. Bünyeye dördüncü birayı da attıktan sonra kafam birazcık hoş oldu. Bağıra bağıra konuşuyorduk sebepsiz yere kahkahalarla gülüyorduk. Sonra 3 genç kız geldi. Öyle kız değil baştan söyleyeyim normal kız gayet mütavazi giyinmişler muhabbete gelmişler. İçlerinden biri bizim yabancı olduğumuzu anlmış olacak dedi ki "arkadaşım seninle ingilizce konuşmak istiyor pratik yapmak istiyor" dedi. "Ehuheeöğğğğ hadee yeaaaa!" diye bağırdım malum bünyem alkole hassastı. Kız tabii yok öle bişi dedi arkadaşına gömdü bi tane. "Yok yav nolacak" triplerine çoktan girmiştim ben kırk yılda bir ilgi çektik ya. Neyse burası hakikaten muazzam ben sevdim Estonya'yı dedim, şiş kebab raki harika dedim. Şaka bir yana dostlar bir muhabbet sardı ordaki kızlarla anlatamam. Sovyetler, Avrupa Birliği, Amerika, Estonya, Türkiye falan o kadar alkolle benim çene düştü konuştuk da konuştuk. Kendi ülkelerimiz hariç hepsine sövdük işte. Kızın biri 19 yaşında ordudaymış zaten tavırlar falan korkunç karizmaydı yani. Mülazım dedi ki "Valla senden delikanlı", "Senden de valla" dedim, "Olabilir bilemem" dedi. Neyse içkiden konu açıldı milli-mallikas denilen içkiyi şiddetle tavsiye ettiler ve gitmeleri gerektiğini söyleyip ayrıldılar. Estonya gezimizin en güzel anı emin olun o barda yaptığımız sohbetti kuşkusuz.
Dedik tavisyelerine uyalım "Barmen gel la buraya" diye bağırdım. "Sakin ol lan napıyorsun" dedi Mülazım. Neyse kibarca iki milli-mallikas bir de su istedik. Yahu insan bir tepki verir en kötü mimik yapar. Siparişi verdim öküz gibi gitti adam ya acayip sinirlenirim böyle şeylere. Neyse su diye getirdiği maden suyu gibi bişi çıktı zaten. Meşhur içkimiz ise shot bardaklarında geldi. "Hafif baharatlı ama deneyin muazzam" demişlerdi. Lök diye yaptık shotları. Aman yarabbim. Aman aman. Böyle bir acı boğazda böyle bir yanma yok. "C'mooooooooooooonn" diye haykırdığımı hatırlıyorum hayal meyal. İçki dağıtmıştı ama iyiydi ya. Neyse çıktık mekandan.
Nimeta Bar'a bilmem kaçıncı kez geldik tekrar. Bilmiyorum pek bi numara yoktu ama sevmiştik mekanı. Orada içtiğimle beraber bünyemde 5 koca bira ve en önemlisi milli-mallikas duruyordu. Sizin için birşey ifade etmeyebilir ama benim kafam çook iyiydi. Artık istediğim kızla evlenebilirdim öyle bir özgüven gelmişti. Şaka tabii efendi olduk oturduk. Yani kalkamıyordum ayağa çünkü. Neyse yan masadan gözlüklü işinde gücünde bir abla (normal abla heyecanlanmayalım) nerelisin dedi. Bu sefer pat diye soran ben değildim bana da sorulmuştu "Where are you from?" diye. Mutluydum ya. Neyse konuştuk abla Amerikalıymış. Nerde oturuyorsun dedim. Moskova dedi. Ajan olabilir diye korktum. "Abla valla ben bişi yapmadım ben Türk'üm alakam yok benim Rusya ile falan" dedim. Şaka bir yana noluyo be diye düşündüm bir an. Kız elçilikte çalışıyormuş. İçeriğini hatırlamasam da onunla da güzel bir sohbet ettik. Sonra dans pistinde döktümekte olan Mülazım'ı alıp mutlu yuvamıza döndük.
Sabah ayıldığmızda ne yapalım dedik. Eve dönmeye karar verdik. Atladık ilk gemiye ver elini Helsinki. Gemide Ville diye Fin bir abiyle sohbete giriştik. Ya ah bu kızlar nolucak biz erkeklerin hali gibi arabesk bir muhabbet açtım. "Her şey özgüven rahat ol koçum" dedi. Tamam dedim. Sonra öğrendik adam 23 yaşındaymış ve 2 yaşında kızı varmış. Eridik tabii. Aman ne de şekerdir aman ne de tatlıdır valla diye diye Helsinki'ye vardık. Nihayet evimde hissediyordum kendimi.
Kalan 30 küsür kronumu bozdurayım dedim. Eşşek kadar makbuz ve sadece madeni 2 € aldım. Giderken zengin olmuştuk ama döndüğümüzde züğürttük dostlarım ya.
Estonya maceralarından anımsadıklarım bunlar. Olur da aklıma gelirse alntılar yaparım yine. Acısıyla tatlısıyla unutulmayacak bir gezi oldu kuşkusuz.
Neyse efendim okul vakti gelmiş sanırsam kaçmam gerekiyor. Kendinize çok iyi bakın görüşmek üzere.....
olum walla hayat sana güzellll!!!!
YanıtlaSil