Sosyal mesaj verme gibi bir kaygım olmadığı için affınıza sığınarak özellikle dün geceden beri ciddi hayal kırıklıkları yaşamama neden olan Beşiktaş hakkında bu satırlarla içimi dökmek istiyorum değerli okurlar.
Dün akşam oynanan ve Beşiktaş'ın 4-1'lik mağlubiyetiyle sonuçlanan Beşiktaş - Dinamo Kiev maçının ardından kendimi bir çok şeyini kaybetmiş, hayatta tutunacak dalı kalmamış insanlar gibi hissettim. Nasıl olur da futbol insana bu tip hissiyatlar verebilir? Futboldan nefret eden okurlar sanırım şu anda okumayı bırakmışlardır. Kendilerine hak veriyorum, okumayın bence de. Ancak şu satırları yazarken sigara,alkol veya uyuşturucu bağımlılarının mahcubiyetine benzer şeyler hissettiğimi de belirtmek isterim. Evet, futbola özellikle Beşiktaş'a ciddi derecede bağımlıysanız, futbol gibi içinde şansa gözardı edilemeyecek kadar pay bırakan bu oyunun size benim dün geceki hislerimi yaşatmaması mümkün değil.
Akıllı, mantıklı bir insan bunun eğlence olduğunu bilir. Üç ihtimalli oyun, biri sevinirken diğeri üzülecek mutlaka. Ancak insan takıntı haline getirdiği zaman, hele ki evinden çok uzaksa, sosyal hayata katılmaya üşeniyorsa tüm ilgisini futbol maçlarına veriyor istemeden. Yazının ciddi bir itiraf, özeleştiri veya akademik (!) bir kaynak olmasını istemediğim için, Beşiktaş'ın 23 yıllık yaşantımda bana yaşattığı yıkımlardan bahsetmek istiyorum.
Genellikle Avrupa Kupası maçlarında akıl almaz düş kırıklığı yaşatmıştır benim sevgili takımım. Zaten yurt içi veya yurt dışı her maçında son dakikasına kadar rahat maç izlettirmez ama Avrupa maçları tam bir efsanedir.
Kendi yaşantımdan alıntılar yapacağım için ilk olarak 5 Kasım 1998'deki Beşiktaş-Valerenga maçından bahsetmeliyim. Zaten bu maçtaki durumu anlattıktan sonra daha fazla örnek vermeme gerek kalmayacak. Ünlü Eurosport bile bu maçı arada sırada yayınlar, dünyada eşi benzeri az görülen bir kayıp olduğu için. O zamanki Kupa Galipleri Kupası bilmem kaçıncı tur eşleşmesinde Norveç'teki ilk maçı Beşiktaş 1-0 gibi İstanbul'daki rövanşa umutla bakılabilecek bir skorla kaybetmişti. İstanbul'daki rövanşta ilk yarıyı 3-0 gibi bir skorla kapatınca ister istemez hepimiz turu kesin geçtiğimizi düşünüyorduk. Ben o zaman ilkokul 5. sınıfta fidan gibi bir çocuktum. Ertesi gün bir sınavım olduğunu hatırlıyorum her golden sonra "gol mü oldu gooolllll!" diye haykırarak salona koştuğumu dün gibi anımsarım. Hatta bir misafirlikteydik, kendi evimizde olsaydık daha da farklı olurdu belki de kim bilir? Devre arasından sonra o moralle dersime oturdum. İkinci yarıyla beraber içeriden gelen gol sesleri kesilmişti, ders çalışmayı noktalayıp merakla içeri gittiğimde ev sahibi Ekrem Amca'nın serzenişlerini duydum, babam sessiz duruyordu, televizyona baktığımda skorun 3-2 olduğunu gördüm. Bu skorla eleniyorduk ama maçın bitmesine daha vardı. Koltuğa oturup ekrana kilitlendiğimde o zaman gencecik olan daha sonra Beşiktaş'ta da oynayacak olan John Carew'in attığı golle yıkıldım. 3-3 olmuştu ve yapacak hiçbir şey yoktu. "Maçı izlememişsin sonra bize tarihten alıntılar yapıyorsun" dediğinizi duyar gibiyim. Maçı izlemenin ne önemi var, o gün yaşanılan sinir bozukluğu için Beşiktaşlı olmak yeter. O maçın ardından herkesin aklında kalan, maç sonrası Beşiktaş tesislerine giden öfkeli taraftarlar arasından bir adamın o zamanki kaptan Şifo Mehmet'e (Mehmet Özdilek) "kaptan devre arasında oğlum yattı, sabah ben ona ne diyeceğim?" diyerek ağlamasıydı. Keşke ben de devre arasında yatsaydım diyeceğim ama sabah daha kötü olurdu herhalde. Devre arasında yatan çocukla muhtemelen yaşıtızdır zaten, ona da sabır diliyorum. Ertesi günkü sınavı hatırlamıyorum, o zamanlar çok başarılıydım 5 almışımdır muhtemelen ama kimin umrunda?
Çocuk yaşta böyle bir travma yaşadıktan sonra, her türlü futbol mucizesine inanıyorsunuz. "Yok artık o saatten sonra maç verilmez zaten" laflarına Beşiktaşlı kimsenin inanmaması gerekir. 2000 yılında Barcelona'yı 3-0 yendiğimizde ne kadar mutluysak, iki hafta sonra Leeds United'tan 6 gol yediğimizde de o kadar şaşkındık.
9 Aralık 2003'teki Şampiyonlar Ligi son maçlarının son dakikasında yaşadığımız üzüntüyü de sizlere anlatmalıyım. Bu olayı çoğu kişi es geçer ancak unutulması mümkün değildir. Şampiyonlar Ligi'nde grupların son maçında Almanya'da Beşiktaş-Chelsea ve Prag'da Sparta Prag-Lazio karşılaşıyordu. O dönem İstanbul'daki bombalı terör saldırılarından ötürü maç güvenlik gerekçesiyle Almanya'da oynanıyordu. Gruplarda hiç de fena sayılamayacak bir performans gösteren Beşiktaş, gruptan çıkıp ikinci tura yükselmeye çok yakındı. Öyle bir avantaj vardı ki yenilsek bile Sparta Prag'ın puan kaybetmesi halinde bile gruptan çıkacaktık. Nitekim 2-0 yeniliyorken, Prag'daki maçın 0-0 olduğunu bilmemiz bizi çok da üzmüyordu. Son dakikalara girildiğinde Beşiktaş maçını veren Star sağ altta küçük bir ekran daha açıp Sparta Prag-Lazio maçını vermeye başladı. Bir anda Beşiktaş maçını bırakıp küçük ekrandaki maça baktım ve gözlerimin önünde Lazio kalecisi Peruzzi'nin boşa çıkarak topu ıskaladığını ve Sparta Prag'ın 1-0 öne geçtiğini gördüm. Olamayacak tek şey olmuştu. Sanki Star bunları önceden biliyormuş gibi her şeyi ayarlamıştı. Star'a mı kızsam, Peruzzi'ye mi sövsem derken salonda tek başıma sağı solu tekmelediğimi hatırlıyorum.
Bu iki olayın ardından tarihimizde kara bir leke olan 8-0 lık Liverpool maçı inanın o kadar üzmemiştir beni. Sadece başta Türk taraftarlar olmak üzere diğer takım taraftarlarına malzeme verdiğimiz için üzgündüm.
2003 Mart ayında İstanbul'da Lazio ile oynadığımız UEFA Kupası çeyrek final maçı ve dün akşamki Dinamo Kiev maçı yine hatırlamak istemediğim akşamlardandır. Özellikle dünkü maçı haftalardır bekliyorduk ve sonucu tam bir hayal kırıklığı oldu. Teknik yorumlara girmek yersiz, ben sadece bir taraftarım ve kilometrelerce uzaklıkta bile aklımda sadece bu aptal oyun var. Bu sabah kalktığımda sevdiğim kız tarafından terk edilmiş gibi hissettim desem abartmış olmam. Daha önce terk edilmedim ama sanırım böyle bir his olsa gerek. Bizim yaşadığımız bu hayal kırıklığını ve üzüntüyü acaba dün akşam oynayanlar ve oynatanlar da hissediyor mu gerçekten çok merak ediyorum.
Böyle bir blog yazmayı planlamıyordum. Çok kişisel ve ana fikri olmayan bir yazı oldu ancak içimi dökecek başka bir ortam yok inanın. "Bırak şu Beşiktaş'ı yeter seni çok üzdü, karın doyurmuyor Beşiktaş" diyen sevgili annemi de anlıyorum. Ancak çok garip bir his, anlatılacak gibi değil.
Beşiktaş'a başarılarından dolayı değil (sportif başarı açısından üçüncü kulüp olduğunu inkar edemeyiz) de bize yaşattığı bu duygu silsilesinden dolayı daha çok bağlanıyormuşuz gibi geliyor. Bazen "Lanet olsun seninle tanıştığım güne, neler yaptın bana?" diye yakasına yapışmak istiyorum ama sonra tekrar tekrar uyuşuyorum.
Tüm Beşiktaşlılara geçmiş olsun, önümüzdeki maçlara bakalım artık.
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle...
ağlatacan olum benii.............. :):)
YanıtlaSilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilbugünü mü bekledin özgür abi ya? Avrupa için yazdım ben onu :)
YanıtlaSilKusura bakma, ben yazıyı gerçekten de pazar akşamı okudum. Talihsiz bir tesadüf diyelim. :) Beşiktaş'ın Avrupa'da yüzleri güldüreceği günler dilerim.
YanıtlaSil