9 Ekim 2010 Cumartesi

Sosyalleşme Çabaları

Yerleşik düzeni kurduktan sonra sıra sosyal hayata uyum sağlamaya gelmişti. Her ne kadar daha önce bu ülke topraklarında 5 ay gibi bir süre kalmış olsam da hatrı sayılır farklılıklar vardı. Her şeyden önce "Aman her zaman mı geliyoruz yurtdışına anacığım, saç paraları saç" felsfesinden kurtulmak, geliri gideri kontrol etmek, gereksiz harcamalardan kaçınmak gerekiyordu. Gerçi gelirin kontrol edilecek bir tarafı yok, anne ve babayla iyi geçinmek, terbiyesizlik yapmamak yeterli.

Asıl sorun giderde. Hiç de ufak sayılmayacak bir meblağ cep harçlığı ile gelmeme rağmen, ilk 3 hafta içinde son derece ürkütücü bir harcama yaptığımı farkettim. Bu harcamaların en lüksü marketten aldığım mısır gevreği inanın. Diğerleri temel gıda (kola, bira, pizza vb.) ve kontör, otobüs kartı gibi şeyler.

Eve yerleştikten sonra uzun bir süre dışarı çıkamadım. Günlerim genelde okul ve ev arasında geçti. Bu durumdaki etkenler kaldığım yerin şehre uzaklığı, otobüse binip yaklaşık yarım saatlik yolu gitmeye üşenmem ve en şaşırtıcısı, eski heyecanımın yerinde yellerin esmesiydi. Ramazan Bayramı'nda Finlandiya'daki Türk Öğrenci Grubu'nun düzenlediği bayramlaşma Helsinki'deki ilk haftasonu etkinliğimdi. Helsinki'ye daha sonra bir akşam Erasmus partisi için gittim ve beklediğimden daha az bir kalabalık görmemle birlikte (bu benim için ilk akşam gezmesiydi) hayalkırıklığına uğradım. Canım o kadar sıkılmıştı ki bir ara Fransızca ve Fince konuşmaya çalıştım insanlarla. Birkaç cümle bildiğim Fince ile biraz sempatik olmayı başardım ama iki kelime bildiğim Fransızca denemem berbattı sanırım. Son olarak da liseden sevdiğim dostum Cem'in referansıyla, onun Erasmus döneminde Danimarka'da tanıştığı Fin arkadaşı Varpu ve onun başka bir arkadaşı Marika ile Helsinki turu attık. Yerli halkla gezmenin avantajı çok büyük oluyor, farklı mekanlara gidiyorsunuz. Bir ayı aşkın süre boyunca en mutlu olduğum akşam, o akşamdı sanırım. Ömrümde gördüğüm en konuşkan en sıcakkanlı Finlerdendi kendileri. Umarım tekrar görüşürüz onlarla, irtibatı koparmamak lazım.

Finlandiya pahalı bir ülke ve Helsinki de haklı olarak en pahalı şehir burada. İnsanlar gül gibi geçiniyor ama Türkiye'den gelip orayla kıyaslayınca insanın morali bozuluyor. Sadece Türklerin değil, çoğu yabancı öğrencinin ortak görüşü dışarıya çıkıp eğlenmenin bütçeyi zorlayacağı yönünde. O nedenle öğrenciler yurtlarda, ortak salonlarda kendi içkilerini getirip, istedikleri müziği çalarak eğleniyorlar. Yerel halktan ve şehirden biraz kopuk bir eğlenme biçimi ama daha hesaplı ve rahat kuşkusuz. Kaldığım yer "Maininkitie 4" de bu şekilde partilerin düzenlediği bir muhit. Yerleştiğim ilk hafta bir tanışma kaynaşma etkinliği düzenlendi, biraz gergin, çekine çekine gittim. Genelde İspanyollar ve Almanlar sayıca üstündü ama herkes genel olarak sıcakkanlı ve hoşsohbet insanlardı.

İkinci Maininkitie partisi ise biraz farklıydı. Kaldığımız sokakta Casanova diye bir karaoke bar var. Mahallenin biraz varoş olduğunu düşünürsek mekanın da ne kadar nezih olabileceğini tahmin edebilirsiniz sanırım. Ben ilk gördüğümde "Aa ne güzel hemen dibimde bar varmış sıkılırsam iki tek atarım" diye düşünmüştüm ama her güzel şey gibi bu sevda da bitti malesef. Bu kararıma sebebiyet veren partiyi anlatmaya Matti Nykanen adlı kayakla atlamada altın madalyaları olan Fin sporcu ile başlamalıyım. Matti olimpiyatlarda şampiyon olunca şöhreti tavana vurmuş doğal olarak. Daha sonra nasıl olduysa kariyeri düşüşe geçmiş anladığım kadarıyla. Barlarda şarkı söylemeye başlamış, bir nevi pavyona düşmüş. Sonra aynı adam karısına bıçakla saldırıp öldürmeye yeltenince skandal olmuş. Bu tip aksiyonlara alışık olmayan Finlandiya'da adam apayrı bir yere sahip olmuş. İşte partinin yapılacağı gün Matti, Casanova adlı elit mekanda hapise girmeden önceki son konserini verecekti. Karısını bıçaklayan hemen hapse girer diye biliriz ama burada durum farklıymış anlaşılan. Öyle bir anlattılar öyle bir anlattılar ki gidip göreyim diye düşündüm ben de. Mekan beni şaşırtmadı, ne kadar nezih(!) olduğunu gösterdi. Ellili yaşlarda sarhoş teyzeler bizim gibi tertemiz yüzlü çocukları görünce bakışlarıyla taciz etmeye başladılar. "Pardon, merhaba, teşekkürler, affedersiniz" diye diye uzaklaştım aralarından. Matti'nin çıkmasına yakın, seyirciyi ortama ısındırmak için birkaç parça çalındı. Dans ederken omuzları çarpışan adamlar "Ne bakıyorsun, sana ne lan!" diyip birbirine dalmaya başladılar. "Kavga çıktı, kızları şöyle alalım, koruyalım beyler" derken bu şekilde beş dakika içinde üç kavga görünce gerçekten afalladım. Sonuncusunda bir adamın suratının yarısı kanlar içindeydi ve artık sadece kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşkınlığımı yanımdakilerle paylaştığımda "Eee Finlandiya'ya hoşgeldin!" gibi boş bir laf ettiler. "Yahu ben bu ülkede daha önce kaldım, ne olmuş bunlara?" diye cevap verdim. Duymadılar sanırım ya da pek sallamadılar, cevap alamadım. Sonunda Matti sahneye çıktı. Tamam, bir Elvis Presley performansı beklemiyordum ama "Finlandiya'nın Ajdar'ı"nı da merak etmiyordum açıkçası. Bu muydu yani? Bana "Muhakkak gel, çok eğlenceli olacak" diyerek gaz verenler bile mekandan ayrılmaya başladılar. Ben de "Yazıklar olsun be, gitti güzelim para" diyerek ayrıldım. 12,5€ karşılığında teyzelerden taciz ve üç esaslı kavga görüp, iğrenç bir müzik dinledim. Yazının başındaki giderlere bunu dahil etmeyelim lütfen.

Üçüncü Maininkite partisi ise hip hop içerikli bir dans partisiydi. İlanda "Akşam 6.30'dan, anneler çağırana kadar" eğlence sözü veriliyordu. Akşam üzeri ne var ne yok diye bir bakacakken partinin organizatörü Felix adlı bir başka Afrikalı abi ile tanıştım. "Neredensin, kimlerdensin?" diye sorarken kendisinin Girne Amerikan Üniversitesi'nden mezun olduğunu öğrendim. "Kıbrıs'ta ilk uluslarası öğrenci partisini ben düzenledim" dedi. Takdir ettiğimi ve yemekten sonra uğrayacağımı söyledim. Döndüğümde maalesef önceki partilere göre çok daha az bir ilgi gözlemledim. Felix kendi tayfasını toplamıştı, bize de ayıp olmasın diye pistte "yo yo" diyip kol sallamak düştü. Bir süre sonra uykum geldi, ayrılırken Felix'e "Eline, yüreğine sağlık dost" demek için yanına gittim. "Gidiyor musun, biz de Casanova'ya gideceğiz adamım, gelmek istemez misin?" diye sordu. "Yok ben almam, alana da mani olmam" diye özlü bir söz söyledim. Teşekkür ederken, Felix bana hala Kıbrıs'taki ilk uluslarası öğrenci partisini kendisinin düzenlediğini söylüyordu. Ben de okumayı beş buçuk yaşında öğrendim kardeşim. Söylüyor muyum? Biraz alçakgönüllü olun ya!

Bunların dışında Tallinn'e Sinan ile yaptığım bir günlük gezi yine son derece güzeldi. Akılda kalan bir macera olmadığı için güzel deyip geçiyorum. Ayrıca Espoo'daki bir sinemanın "4 bilet al, daha az öde" gibi bir kampanyasından yararlandık. Biletleri aldığımız gün ilk hakkımızı kullanmak için kendimizi zorladık ve "Karate Kid"i seçtik. Beklentimiz büyük olmadığı için üzülmedik. "İkinci denememiz daha güzel bir film olur" dedik ve geldiği ilk gün oyuncu kadrosunun ve film afişinin ihtişamına kapılıp "Wall Street Money Never Sleeps"e gittik. Şu ana kadar Karate Kid açık ara liderliğini koruyor. Son iki hakkımızı çok daha iyi filmler için kullanmalıyız sanırım.

Böyle anlatınca çok sosyalmişim gibi geldi ama inanın şu ana kadar çok boş vaktim oldu ve çoğunu odamda bilgisayar başında sağa sola laf atıp ilgi çekerek, dizi veya maç izleyerek geçirdiğimi söylemem lazım.

Sosyalleşme çabalarım genelde böyleydi, öyle deliler gibi eğlenmesem de zaman zaman canım sıkılsa da, keyfim yerinde yine de ne yalan söyleyeyim.

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, kendinize iyi bakın....