24 Temmuz 2009 Cuma

Stockholm (İsveç)

Yine uzun mu uzun bir aradan sonra karşınızdayım. Ara öyle uzadı ki size elli beş gün önceki Stockholm gezimden bahsedeceğim bu yazıda. Eskiden gezerdik döndüğümüz gibi yazardık ama malum Türkiye'de de görülmesi gereken eş dost vardı. Ayrıca daha sonra bir büyük turneye daha çıktığımızdan yazmaya hiç vakit bulamadım. Umarım bir ay boyunca bloga bir şey eklenmemiş olduğunu gören efsane okuyucu kitlem beni terk etmemiştir.

30 Mayıs günü Beşiktaş'ın taze şampiyonluk haberinin coşkusuyla Riga Havaalanı’ndan Stockholm uçağına bindim. Ryanair kariyerimde yaşadığım en konforlu yolculuklardan biriydi çünkü yanımda kimse oturmuyordu. Arkadaki küçük kızın ciyaklaması ve ablasının yol boyu "çiki çiki bom bom çiki bom çiki bom" şeklinde aralıksız ritim tutmasına rağmen keyifli bir yolculuk sonrası aylardır beklediğim Stockholm'e ayağımı bastım. Turne ekibinden Mülazım ve Yaşar Turku-Stockholm feribotundaydı ve planımıza göre Arda benden iki saat önce Hamburg'dan gelmiş olacak, birlikte havaalanında sabahlayıp sabah Turku'dan gelecek arkadaşlarla buluşacaktık. Ben zaten Stockholm havaalanında konaklamış eşe dosta aylar öncesinden sormuştum "Abi havaalanını kapatıyorlar mı? Yatacak yer var mı? Uyuyana uyuma diyorlar mı?" diye. Malum riski sevmem, garantiye almak istedim ama Hamburg'dan gelen şok haberle sarsıldım. Riga'da entel entel biramı yudumlarken Almanya temsilcim Arda aradı ve Hamburg'da iki havaalanı olduğunu, yanlış olana geldiğini, Stockholm'e giden bir sonraki uçağa yer bulup bir gün geç görüşeceğimizi söyledi ve bana havaalanında bol şans diledi. Uçaktan iner inmez yatacak yer aradım ama birleşip yatak yapılabilecek tüm koltuklar kapıldığından bir kafeye oturup sembolik bir çay alıp, kafamı masaya koyup beş saati orada harcamaya karar verdim. Bir türlü rahat edemiyordum sürekli boynum ağrıyordu, tam içim geçmişken bir gürültüye uyanıyordum. Kesin sabah oldu diyip hevesle saatime baktığımda sadece on beş dakikanın geçmiş olduğunu görmek büyük hayal kırıklığına uğratıyordu beni. Tüm gece böyle geçti ama sonunda sabahı ettik ve yeni gelen yolcuları karşıladık diğer refakatçilerle birlikte.

Bir sağa bir sola koşuşturarak önce birazcık İsveç kronu alıp sonra da şehir merkezine giden bir otobüse atlayıp havaalanından ayrıldım. Otobüste uyumamak için direndim çünkü Stockholm’ün yeşil bayırlarını hatta gidiş geliş yolları dahil her şeyini merak ediyordum. Dedim ya aylardır hayalini kuruyordum bu şehrin. Öncesinde fazla bir bilgim de yoktu ama nedensiz bir sempatim vardı buraya. Gemiyle gelmek daha şık olurdu ama kaderde otobüsle giriş yapmak varmış neyse artık. Yine önceden planladığım gibi şehir merkezine girerken Muse’dan Stockholm Syndrome adlı parçayı dinleyecektim ama uyuyakalmışım tabii. Gözümü açtığımda şehre girmiş, Stockholm’un onlarca köprüsünden birinin üstünden geçiyorduk. Hemen ayarladım şarkıyı ve aceleyle de olsa planladığım girişi yapmış oldum. Şarkının Stockholm ile bir ilgisi yok aslında yani bir Stockholm türküsü değil nihayetinde ama şehrin adı şarkının adında geçtiğinden ötürü böyle bir yol seçtim. Mutlu da oldum.

Otobüs terminalinde Mülazım karşıladı beni sağolsun. Sadece üç gün ayrı kalmıştık ama Mülo kendine aldığı şık bir ceketle apayrı bir soluk getirmişti ortama. Zaten bir süre kendisiyle değil ceketiyle ilgilendim. Parkta bizi bekleyen Yaşar’ın yanına gidip üç günlük hasretimizi giderdikten sonra önce karnımızı doyurduk ardından da hostelimizin yolunu tuttuk. Hostel biraz pahalıydı üstelik nevresime de ek para istiyorlardı. Stockholm’ün vurduğu yerde gül biter felsefesini benimseyip ses etmedim pek. Hostele gidip odalarımıza ancak öğleden sonra üçte yani altı saat sonra kavuşacağımızı öğrenince biraz tereddüt etsem de yine ses etmedim. Aylar sonra son derece güneşli ve sıcak bir havayla karşılaşıyordum. Bir başka deyişle yaza bu Kuzey Avrupa şehrinde merhaba diyordum ve bu durum uykusuzluğumu bastırdı, moralimi yükseltti açıkçası. Anlaşılan İsveç halkı da benimle aynı duygular içerisinde olmalıydı çünkü herkes cıvıl cıvıl sokağa dökülmüş parktaki çimlere uzanıp güneşleniyordu. Garip geldi tabii insanlardaki bu güneş aşkı, sonuçta Türkiye’de her yaz sıcaktan kavruluyoruz öyle değil mi?

Sohbet muhabbet derken öğle vaktini aştık. Hostele gidip mutfakta Yaşar Usta’nın yemeği için hazırlık yaparken son açıklanan notlarıma bir bakayım dedim. Bir ders vardı zaten notunu bilmediğim “ondan da geçmişimdir artık” diye düşünüp büyük bir özgüvenle internet sitesini açtım ve dersten kaldığımı öğrendim. Zaten ne zaman ukala olsam kendime güvensem böyle kafa üstü yere çakılırım ben. Tam tersini yapıp kötü düşünüp olayları abarttığım zaman ise ummadığım iyi haberleri alırım, bu hep böyledir benim hayatımda inanın bana. Neyse bu tatsız haberle bir süre keyfim kaçtı, moralsiz yemeğimi yiyip nihayet hazırlanmış olan odalarımıza gidip saatlerdir özlemini çektiğim uykuya kavuştum.

Uyandığımda daha iyi hissediyordum kendimi. Ardından Arda mesaj attı ve geldiğini söyledi. Metrodan onu aldığımızda ekibi tamamlamıştık ve birinci büyük Avrupa turnemiz başlıyordu.

Akşama doğru hostelimizin küçük koridoru kalabalıklaşmış adım atmak zorlaşmıştı. Sıkış tepiş yemeğimizi yedikten sonra dışarı çıkalım dedik. Dakika başı her köşenin her caddenin fotoğrafını çekiyordum. Türkiye’de fotoları bilgisayara attığımda, hepsinin son derece bulanık olduğunu görmek birazcık üzse de beni gerekli gereksiz her şeyi çekiyordum işte. Sonunda yorulup bir yerlere oturalım dedik ve cıvıl cıvıl bir Irish Pub’a girdik. Yürümekten ayaklarım ağrıdığı için oturmak istiyordum ama yer yoktu mekanda. Çoğu kişi ayakta, çalan hareketli müziğe eşlik ediyorlardı. Barda bize bira kalmamıştı öylece dikildik ve bir süreden sonra mekandan ayrıldık, metroyla hostelimizin bulunduğu Götgatan denen efsane bir isme sahip olan caddeye geldik. Akşam dışarı çıkıp da bir bira bile içememek ağırıma gitti ve yolda bir çifte bu civarlarda bize uygun bir bar sorduk, sağolsunlar tarif ettiler ve yola koyulduk. Yaşar, Mülazım ve Arda önden girdi ancak o an arkadaşlarıma göre çantam ve şapkamla biraz daha salaş ve dikkat çekici göründüğümden olsa gerek girişte kimlik göstermek zorunda kaldım. Bana burası için çok küçük olduğumu söylediler. “Yaşım 21 daha ne olsun?” diye düşünürken sınırın 23 olduğunu acı bir şekilde öğrendim. Ay olarak büyük olduğum ve içeri girmeyi başaran Arda ve Mülazım’ı ispiyonlamadım ama derdimi de anlatmaya çalıştım, nolur gireyim diye yalvardım. Arda ile kapıda adama dil döktük ama başarılı olamadık. Dışarıda bir süre öyle garip ve zavallı gibi bekledikten sonra kapıdaki görevli arkadaşlarımın benden yaşça büyük olduğunu gerekçe göstererek beni içeri aldı. İspiyonlama olayı bir daha aklıma geldi, şeytan dürttü ama yapmadım.

Mekan son derece tatlıydı, müzikler çok sıkıydı, bardaki yaşlı ablanın da kafası biraz güzeldi diye hatırlıyorum. Daha sonra yorgunluk bastırınca hostelimize yürüdük ve yataklarımıza çekildik.

Ertesi sabah vakitlice kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Stockholm’un tarihi ve turistik yerlerini gezmek amacıyla yola koyulduk ve Old Town’un yani saray, katedral ve bunun gibi “Vay be abi beni şöyle şunun önünde çeksene” diyebileceğimiz yapıların bulunduğu Gamla Stan denen yere gittik. Ortalık bizim gibi bir sürü turistle kaynıyordu. Artık o turist kitlesini coşturmak için mi yoksa resmi bir sebeple mi anlayamadım ama Kraliyet Sarayı’nın önünde onlarca atlı muhafız önümüzden geçti, biz de “fıtjı fıtjı” diye fotoğraf çektik. Resmi bir sebepledir herhalde niye bizi coşturmaya çalışsınlar ki değil mi ama? Hatıra için Stockholm sevdamdan ötürü t-shirt ve gittiğim her şehirden almaya çalıştığım magnet alışverişini halledip, İzmir’deki aileme de şöyle fiyakalı bir kartpostal attıktan sonra öğlen yemeğimizi yedik ve madem geziye yeni başladık cebimizde de para var diyip bir müzeye giriş yapalım dedik.
Daha önce namını duyduğumuz ve ilgimizi çeken batık gemi müzesi yani “Vasa Museum”a girmeye karar verdik. 17. yüzyılda Polonya ile savaş halinde olan İsveç’in Kralı emretmiş bu talihsiz geminin yapılmasını. Coşkuyla denize açıldıktan sadece birkaç dakika sonra batıvermiş. Az önce alkış sesleri ile inleyen ortam çığlıklara bürünüvermiş. 150 kişilik ekipten 30-50 kişi hayatını kaybetmiş. Gariptir bilmediğim bir nedenden ötürü de 1961 yılına kadar geminin kalıntıları denizden çıkarılmamış. Herkesin gözü önünde batıp ta bu kadar süre çıkarılmamasını hakikaten anlayamadım ama vardır bir bildikleri benim İsveçlilerimin. Müzedeki rehberin çok güzel anlaşılır bir İngilizcesi vardı ama geminin fotoğrafını mı çekeyim, etrafa mı bakayım, rehberi mi dinleyeyim derken bazı yerleri atladım ve bu satırları yazarken müzenin web sitesinden yararlandım doğal olarak. İki ay geçti sevgili okurlar hak verin biraz.

Akşam hostele dönüp dinlendik. Oda arkadaşımız otuzunu çoktan aşmış Filistinli bir doktordu. Türkiye’den geldiğimizi öğrendiğinde kendilerine verdiğimiz destekten ötürü bize teşekkür etti. Davos muhabbetini açmadık orada işi mizaha vurmadan ciddi ciddi konuştuk, üzgün olduğumuzu söyleyip en kısa zamanda bir çözüm diledik, kısa zamanda gerçekleşeceğine maalesef hiç inanmasak da.

Sonra dışarı çıktık. Mülo ve Arda ceketlerini giydi, ben de aşağı kalmayayım diyerek fötr şapkamı taktım ve Arda’nın İTÜ’den arkadaşlarıyla buluşmaya gittik. Çok geç saatte buluştuğumuzdan ve son metroyu kaçırmak istemediğimden ötürü Mülo ile beraber onlardan izin isteyip Götgatan’a geri döndük. Dün gece gittiğimiz bara büyük özgüvenle giriş yapmayı denedik adam yemedi yine kimlik sordu ve “turistiz yarın gece Stockholm’den ayrılacağız, nolur bak” şeklindeki yalvarmalarımıza kulak asmadı ve yine giremedik mekana değerli okurlar. “Başka bir yer söyle kardeşim bari oraya gidelim” dedik ve tarife uyan yere gittik. Guinness adındaki çok methedilen ama bana gayet sevimsiz gelen birayı tattım. Sonra da felsefi konuşmalar eşliğinde odamıza döndük, ertesi sabah Paris’e gitmek için saatleri saymaya başladık.

Çok uzun oldu değil mi? Parça parça yazdım size bir bütün olarak sunayım istedim sevgili okurlar. Sizi çok özledim vallahi. Bir ay önceden paylaşmak isterdim sizinle bu anıları ama malum nedenler. Şu anda İstanbul’da staj yapıyorum önüme de bir bilgisayar verdiler. Mümkün olduğunca yazarım umarım. Siz de hala ordasınızdır ve okuyorsunuzdur umarım :)

Kendinize çok iyi bakın Paris yazısında görüşmek dileğiyle…