28 Nisan 2009 Salı

Prag - Çek Cumhuriyeti

Efendim 15 Nisan akşamı geç saatlerde Prag'a giriş yaptık. Yolculuk uzun sürdü açıkçası. Almanya'da tuvalet için durduğumuz bir yere dikkat çekmek istiyorum. 50 cent verip makineden tuvalet için bilet alıyorsunuz ve turnikeden geçip içeri giriyorsunuz. Makinenin verdiği biletin sadece maliyeti 50 cent gibi birşeydi bence, adamlar nereden para kazanıyorlar anlayamadım. "Yahu nerden takıldın tuvalet biletine" diyeceksiniz ama ömrümde böyle birşey görmedim hala cüzdanımda saklıyorum. Bandrollü falan bir de, hani utanmasalar kabin, pisuvar numarası falan yazacak üstünde. Neyse etkiledi o bilet beni :)

Nerde kalmıştık? Prag'da hostele giriş yaptık. Arabayı park etmek ufak bir krize neden oldu. Adamların park yeri var diye o hosteli seçtik meğer önceden aramak gerekiyormuş falan. Bilmediğimiz yer sonuçta ne yaparız ne ederiz derken sonradan öğrendik ki boş bir arsada ücretsiz bir park yeri varmış zaten orayı kullandık. Mülazım baya sinirlendi hosteldeki genç, temiz yüzlü kardeşe. Ben ise sakin olmasını önerdim. "McDonalds bul bana" diyecek kadar sinirlendi yani çok ilginçti. Neyse yataklarımıza yerleştik. Oda 16 kişilikti ama işin iyi tarafı yatakların bu sefer numarası vardı. Frankfurt'taki yatağı işgal etme olayı yaşanmayacaktı yani. Ben 6 numarayı seçtim neden bilmiyorum. Ama oda kalabalık kim uyuyor, kim uyumuyor anlamıyordum. Hostel hayatı konusunda daha tecrübeli olacağım sanırım. Neyse uzatmayalım, akşam bir şeyler atıştırdık merkezde. Prag merkezindeki Ulusal Müze'nin gece görüntüsüne hayranlıkla baktım. Hakikaten çok görkemli bir binaydı. Tekrar hostele döndük, yatmadan bir bilardo atalım, hostelin ücretsiz "hoşgeldin" birasını içelim dedik. Biranın iğrençliğine ve bilardoda Yunus ile yenilmemize rağmen moral bozmadan yerimize çıktık, mışıl mışıl uyuduk.

Hosteldeki odamızın hemen hemen yarısının kız olması odadan iğrenmemi engelledi. Üst katımda yatan abiyi uyandırmamak için elimden geleni yaptım ama sürekli birşeyleri almayı unuttuğumdan odaya zırt pırt girip dolabımdan birşeyler alıyordum. Neyse kahvaltımızı yaptık mutfakta sohbet muhabbet eşliğinde. Kahvaltı zamanı mutfak dolu oluyor doğal olarak. Sohbetin can alıcı bir kısmında, hosteldeki kız nüfusuna vurguda bulunmak amacıyla "e abi hostelde population fifty fifty yani" gibi bir lafı gayet yüksek sesle haykırdım. Bu şekilde barzo konuşmaları bizden başka Türkçe bilen olmadığı için rahatlıkla yapabiliyordum aylardır, fakat sarfettiğim cümlenin Türkçe olmadığını ve yanımda 5 kişilik bir kız grubu olduğunu farkedince baya mahcup oldum. Nasıl bir laftır, nasıl bir Türkçe düşmanlığıdır hayret ettim :)

Kahvaltıdan sonra çıktık dışarı, hava tek kelimeyle mükemmeldi. Otobüse atladık doğru şehir merkezine. Otobüs baya Türkiye'de kullandığımız eski, kırmızı, körüklü ve son derece gürültülü çalışan otobüslerdendi. Onu da özlemişiz farkettim. Yunus'un Prag'a ikinci gelişi olduğu için o yönlendirdi hep bizi. Prag kalesine çıktık, başta St.Vitus katedrali olmak üzere içindeki diğer mimarileri gördük. Ardından aşağı indik, hediyelik eşya baktık, karnımızı doyurup meşhur Charles Bridge adlı köprüden yürüdük, etrafı seyrettik. Etraf turist kaynıyor tabii haliyle. Yunus fotoğrafçı olduğu için "abi bir de beni şöyle alsana, bir de böyle abi" diye diye kullandım bu fırsatı. Old Town'u da yarım yamalak gezdikten sonra yorulduk kaldırıma çöktük. Yaşar ve Mülazım hostele gitme taraftarıydı, iyi bir fikir çıkmazsa ben de odama gider öğle uykumu uyurdum ama Yunus Vltava nehrindeki adaya gitmek istediğini söyledi. Onunla gitmeye karar verdim ve geçici bir süre ikiye iki ayrıldık. Yürürken nehir kıyısında açık hava bir mekan gördük ve oturalım dedik. Akustik gitar ruhumuzu okşattı ve karşımızda duran adayı bir çırpıda silerek o mekanı tercih ettik. Güneş yavaş yavaş batıyordu, müzik, nehir, Prag'ın arka arkaya sıralanmış köprüleri, insanlar derken birer bira aldık ve Yunus'la muhabbetin dibine vurduk. İki saatte o hikayesini anlattı, ben kendiminkini anlattım ve o an Prag'ı yaşadım, bu şehre saygı duydum yani. Harika bir ortamdı kısacası.

Sonra hostele dönüp uykucuları kaldıralım derken, bizimkileri merkeze gitmek üzereyken ayakta yakaladık. Planım yarım saat kestirmekti ama vakit geç olmuştu, güzel hesaplı bir restaurantta yemeğimizi yedikten sonra ismini şu an hatırlayamadığım bir mekana gittik gece hayatını görelim diye. Mekan üç katlı içinde farklı farklı barların bulunduğu kapalı bir yer. Bir yerde pop, diğer yerde tekno, diğer yerde rock çalıyor. Bu modelde mekanlara pek alışık değilim - gerçi Berlin'de bunun hasını gördüm anlatacağım daha sonra- ama hoşuma gitti düzen. Bizim oturduğumuz yerde masanın ayağında otomobil jantı, üstümüzde de dönen dişlileriyle bildiğimiz otomobil motoru vardı. Hafta içi olduğu için boştu mekan ama birkaç saatlik sohbet de tatmin etti yani bizi. Yorulmuştuk da, vakitlice döndük hostelimize, bu sefer langırt atalım dedik yatmadan, onu da takım arkadaşım Yaşar ile benim hatalarım yüzünden kaybettik. Yine moral bozmadan yattım uyudum. Odaya girdiğimde üst katımdaki adam dahil bütün gün sadece uyuduklarından şüphelendiğim insanlar olduğunu fark ettim. Öyle uyuyor adamlar ya hayret vallahi :)

Prag'daki son sabahımızda Berlin'e çıkmak üzere topladık eşyalarımızı ve şehri terk etmeden önce tepede gördüğümüz büyük metronom figürünü de görelim dedik, oraya çıktık. Prag tepeden harika gözüküyordu. Köprülerin Vltava nehrinde dizilişi, gotik mimarilerinden sivrilen kuleler o sabah bulutlarla kaplanmış gökyüzüyle birlikte gerçekten çok çok güzeldi, hayran kaldım. Yaptığı bu son hareketle Prag'ı sevdiğimi söyleyebilirim kısacası.

Hafif yağan yağmur ile birlikte Prag ile vedalaştık ve Berlin'in yolunu tuttuk. Berlin'deki heyecanı bir sonraki yazıda paylaşacağım sizlerle.

Şimdilik kendinize iyi bakın görüşmek üzere...

25 Nisan 2009 Cumartesi

Bremen, Frankfurt - Almanya

14 Nisan'da Yaşar, Mülazım ve Yunus ile birlikte Bremen'in yolunu tuttuk efendim. Ryanair'in arkaya yatmayan iğrenç koltuklarında uyumaya çalıştım, başaramadım haliyle. Uçakten indiğimizde Bremen'de tek kelimeyle mükemmel bir hava vardı. Nasıl bir sevinçle doldum size anlatamam. Hemen araba kiralamak için şehir merkezine gittik tramvayla. Havaalanı ile şehir merkezi son derece yakın Bremen'de. Araba şirketine geldik, benim kartım kullanılacağı için bir ton bilgi aldılar, imza attırdılar acaip gerildim.

Gezi öncesi Mülazım'la arabalar hakkında konuşurken "otomatik vites araba olur mu arkadaş, takıcaksın vitesi elin gidecek böle böle o zaman keyif alıyorsun" fikrini savunuyordu kendisi. Ben ise hayatında toplam 50 km yapmış bir şöför olarak belki de düz vites arabayı kaldıramadığımdan, otomatik arabanın çok daha rahat ve avantajlı olduğunu düşünüyordum. Derken arabaya bir baktık ki otomatiiik! Şöförlerimiz Mülazım ve Yunus çöktüler tabii bu gelişmeyi görünce. Ben kıs kıs güldüm azıcık, kıs kıs ama. Neyse teknoloji harikası GPS'i (adresi giriyorsun alete ekranında sana harita üstünden gösteriyor aha burdan sağa ışıktan sola falan diye) de taktık arabaya, gittik Bremen'in tam merkezine.

Son derece şeker, tatlı bir şehir. Şehir meydanı, kliseler, mızıkacıların ufak ama sevimli heykeli...
Türk lokantası bulduk, özlediğimiz tada kavuşalım dedik. Baklavaya çaya falan da para verince çok da hesaplı bir şey ödemedik ama sağlık olsun özlemiştik hakkaten. Ardından merkezde turladık. Mızıkacıların heykelinin önünde resim çektirmeyi acaip istedim şöyle eşeğin ayağına tutunup falan ama etraftaki çocuklardan fırsat kalmadı malesef. Neyse içimizde gezi konusunda en tecrübeli kişi olan Yunus'un rehberliğinde dolaştık da dolaştık. Sonunda o kadar güzel bir parka çıktık ki anlatamam. Havaya zaten tapmıştık montumuzu çoktan çıkarmıştık, bir de üstüne yeşillik, dere, kuşlar, çiçekler falan eklenince valla insan olduk hepimiz :)

Ayrılma vakti gelmişti Bremen'den daha çok yolumuz vardı. Yunus'u Dortmund'a bırakacaktık, Mülazım beni ve Yaşar'ı Frankfurt'a atacak sonra kendisi Frankfurt yakınlarındaki Marburg'a arkadaşının yanına gidecekti. Ertesi gün Frankfurt'ta buluşacaktık (o kadar kolay olmadı ama buluştuk yine de ehehe). GPS denen aleti Türkçe yaptık ama kadın sağa dön, düz devam et gibi biraz emirli konuşuyordu açıkçası sinirlendik İngilizce yaptık sonra. Başta çıkmaz sokaklara, ters yönlere soktu ama sonra bulduk yolumuzu aktık. Almanya'da yollar şahane vallahi. Dümdüz otoban tadında oradan oraya git yani. Etraf yeşillik vallahi güzel ülke bence. Yolun ortasında koyun sürüsü, kenarda muz satan el kol yapan amcalar falan yok. Ulan onları bile özledik be! Neyse GPS ekranındaki km göstergesini geriye saya saya vardık Dortmund'a. Yunus'u bir caddede bıraktık ve şehrin içine girmeden çıktık Frankfurt yoluna. Acaip yorulmuştuk ve yoldan gına gelmişti. Sohbet muhabbet açayım dedim ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Sonra akşam oldu, kocaman kocaman gökdelenler gördük ve Frankfurt am Main 'e gelmiş bulunduk. Bir de Frankfurt am Oder var sanırım ama asıl baba Frankfurt bu am Main olanı biz ona gittik :)

Neyse alet sayesinde direkt hostelin kapısının önünde indik "vallahi bravo" dedim. Tren istasyonunun da dibindeymiş hostel öyle uçsuz bucaksız değil yani. Neyse Mülazım'ı uğurladık, bize "dat dat" yaptı, Yaşar'da karşılık vermek için su fırlattı çocuğun suratına geldi falan komikti gerçekten. Girdik efendim eşyaları da odaya bırakalım dedik. Hangi yatak boş neresi müsait anlayamadık, sonunda bir yer bulduk attık çantaları. Çıktık bir akşam yemeği yiyelim diye etrafta sürüyle Türk var zaten sorduk, "burdan sola dönün hesaplı yersiniz" dedi bir amca. Sola bir döndük ki bir sürü gece kulubu, erotik bar falan. Ama sokak hani bizi her an içeri sokup "oynayın leaan" diyebilecek insanlarla doluydu. "Naptık biz ya" diye düşünürken bir Türk lokantası bulduk, güzel bir çorba içtik onu da çok özlemişiz tabii. Sonra fırladık ana caddeye azıcık daha dolaştık ve hostele döndük. Yorulduk yatalım derken odaya bir geldik ki yatağımda şişko, kolunda böle kocaman dövmesi olan horul horul horlayan bir yaratık yatıyor, sızmış adam. Eşyaları yere atmış bir de eşşek. Adama baktım, kendime baktım. "Şimdi uyandırsam uyanmaz, uyansa sarhoş ne yapacağı belli olmaz, kolunda dövmesi var, bir yatak için değmez" dedim ve Yaşar ile birlikte resepsiyona gidip odamızı değiştirdik. Yeni oda çok daha iyiydi zaten bir kişi vardı sanırım. O eleman da geldi kapıyı açamadı, biz açalım içeriden derken kilitli kaldık odada. Uyumak için çıldırırken bu olmamalıydı. Sinirden gülmeye başladım. Sanırım bir sağ bir sol derken biz kitlemişiz kapıyı hallettik sonra. Oda arkadaşımız Tony adında bizim yaşlarımızda Amerikalı bir gezgin. Bu Amerikalıların aksanını anlamak apayrı bir iş zaten. Bu kadar yutulmaz, bu kadar yuvarlanmaz arkadaş bir laf. Neyse mışıl mışl uyuduk sonunda.

Sabah kahvaltımızı yaptık ve güneşli havanın da tadını çıkarıp Frankfurt caddelerinde dolaştık. Main nehri kıyısında parkta yürüdük sonra meydana çıktık. Sonuçta Frankfurt sadece Almanya'nın değil Avrupa'nın da en büyük iş merkezlerinden birisi. Avrupa'nın en büyük gökdelenleri buradaymış sanırım. Bir değil iki değil bir sürü gökdelen ve takım elbiseli abiler, döpiyesli ablalar... Meydan daha turist doluydu, biraz daha rahatladık bizim gibileri görünce. Neyse dolaştık biraz oturduk bir şeyler içtik. Dedim iki kur Almanca almışım azıcık pratik yapayım. "Siparişi Almanca vereceğim beni izle" dedim Yaşar'a. Dedim "4 tane bundan, bir çay bir de kahve". Kadın bir şeyler sıraladı ve İngilizce'ye dönmek zorunda kaldım :) Meğerse çayın çeşidi nasıl olsun diye sormuşmuş o konulara gelmemiştik sanırım. Güzel güzel caddelerden, koşuşturmacadaki insanların arasından geçtik, hostelde bir soluklanalım dedik.

Lobide otururken bir abi geldi İspanyolca bir şeyler sıraladı. Anlamadığımı söyleyince "İspanyol değil misiniz?" dedi. Sanırım beşinci kez İspanyol'a benzetiliyordum. Daha sonra da benzetildim birçok kez. Türkiye'denim deyince adam "Selamınaleyküm" dedi, gülerek "vealeykümselaaamm" dedim. "Enişte, enişte" dedi kendini göstererek. "Nasıl?" dedim başta anlayamadım ama meğer 3 yıl bir Türk ile evli kalmış Richard adındaki bu İskoç abimiz. Baya koyu bir muhabbet açıldı. Birçok kez Türkiye'de bulunmuş. Benden iyi biliyor adam neredeyse. Baya da Türk kız arkadaşı olmuş, evlilikten başka. "Hocam naptın sen bravo vallahi, nasıl çektin dertlerini sırrını bize de söyle" dedim :) Kız okuyucu kalmayacak sanırım bu laftan sonra ehehe. Neyse anlattı birşeyler, "rahat ol kafana takma" ile geleneksel olarak sonuca bağladık. Sonra Yaşar anlattı adam meğersem öğretim üyesi falanmış, baya ipsiz sapsız sanmıştım mahcup oldum yani. Ayrılırken şapur şupur öptü, Türk gibi tabii yanlış olmasın :p Hakikaten çok keyifli bir sohbetti.

Almanya'daki tren sisteminin cafcaflı olması nedeniyle (vagonlar ayrılıyormuş, öndeki başka yere arkadaki başka yere gidiyormuş helal valla) Yunus'un yanımıza gelmesi biraz vakit aldı. Mülazım ile birlikte geldiler. Beklettiği için üzgündü, sıkıldığımızı sanmıştı ama biz ummadığımız bir şekilde keyifli vakit geçirmiştik zaten. Mülazım da arkadaşlarıyla iyi vakit geçirmişti, moraller yerindeydi yani.

Öğleden sonra dört gibi Prag'ın yolunu tuttuk. Yolumuz uzundu ve gezimiz asıl şimdi başlıyordu. (Huuu ne karizma bir bitiriş ama!)

Prag'da görüşmek üzere...

Umut ve Beklentiler Üstüne...

Birazdan size Almanya gezimin önemli anlarını aktaracağım dostlarım. Ama öncesinde sizinle paylaşmam gereken bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Eğer bu blogun ismi "can'ın günlüğü" ise buraya içimi dökmemin de bir sakıncası yoktur sanırım.

Size bu satırları yazarken Hollanda'da olmam gerekirdi ama bir şekilde sabah uyanamadım ve uçağı kaçırdım. Bu kadar beklenmeyen bir olay ile karşılaşıldığında başta üzülemiyor insan, ufak bir şok ardından inanamama... Sonra ufak tefek de olsa tüm beklentilerimin (her şey olabilir örneğin bu maç şöyle bitecek, hava artık hep güneşli olacak gibi şeyler bile dahil) boşa çıktığını görünce korktum. Gerçekten korktum. Ben o uçağın biletini 45 gün önceden almıştım ve bileti aldığımdan beri o geziyi düşündüm. Hayatımı uzun vadeli bir plana, temeli sağlam olmayan bir kazığa bağlar gibi bağlamıştım 45 gün boyunca. Buna bağlanan ve inanan da bir tek bendim galiba. Benim kadar inanmayanlar doğru olanı yapanlar kesinlikle suçlamıyorum, eleştirmiyorum. Çünkü özellikle Erasmus'ta insan hayatını saatlik yaşar, belki de en güzel anlarıdır hayatının bu dönemler. Kaygısız, beklentisiz. Beni yakından tanıyanlar bilir, ben öyle biri miyim? Malesef hayır...Sürekli ne olacak, ne bitecek, ya şöyle olursa, şimdi böyle oldu artık bundan sonra da böyle olur ne yapsak ki?..

Tekrar belirtmek gerekir ki mesele kesinlikle Hollanda'ya gidememe, eşi dostu görememe değil arkadaşlar. Mesele hayatınızı bir olaya bağlamanız ve sonunda hiç ihtimal dahi vermediğiniz bir sebeple öylece kalakalmanız. Bu gelişmeden kesinlikle olumlu bir ders çıkarmam, halk arasında "hayra yor"," her şeyin hayırlısı" diye tanımlanan işlemleri uygulamam gerektiğini düşünüyorum elbette.

"Akışına bırak" bana yıllarca verilen bir nasihat. Her zaman "haklısınız" dedim ama bunu hiçbir zaman uygulayamadım. Ama fark ettim ki hayatımın en güzel dönemleri su gibi akıyor, geçiyor. Bu dönem bunu uygulamak için gerçekten büyük bir fırsat. Elbette istesem de kaygısız, vurdumduymaz bir insan olamam. Ama kendimi yıpratmadan hayatı kısa kısa yaşamak güzel bir şeyler kapabilmek önemli bence. Çoğu kişi böyle yapabiliyorken ben neden üzüleyim yahu?

Olayı fazla kişiselleştirdim sanırım. Bu satırları yazıp yazmama konusunda kararsızdım, ama içimi tamamen dökmem gerekiyordu. Belki benim gibi düşenenler ve benim gibi yol arayanlar varsa onlara yardımcı olmuştur bu satırlar. Gördüğünüz gibi "üzülmeyeyim dimi?", "akışına bırakayım dimi?" gibi sözlerle kendimi motive etmeye çalışıyorum. Ama bunu bu sefer başarmak lazım çünkü hayat kısa. Ayrıca büyüyüp büyümediğimi göstermek için de inanılmaz bir fırsat bence.

Sadece paylaşmak istedim o kadar...

13 Nisan 2009 Pazartesi

Paskalya Tatili

Merhaba dostlar... Geçen hafta ne yapmışız ne etmişiz diye düşündüğümde son derece sıradan ve yavaş başlayıp sonra temposunu hızla artırıp sona eren bir dönem görüyoruz geriye baktığımızda. Ekonomi yorumu gibi oldu benim hoşuma gitti açıkçası şu an. Neyse efendim hızlıca konuya gireyim, Hristiyan alemi bu dönemlerde kutsal Easter'ı (Paskalya diyoruz, hani şu yumurtaların boyandığı) kutluyor. Okulumuz perşembe gününden beri tatil o anlamda keyifler yerinde. Zaten perşembe gününe kadar yine okul ve ödev stresiyle uğraşıp, perşembe akşamı ile birlikte gece hayatına hızlı bir dönüş yaptık.

Perşembe akşamı Klubi adında kaliteli bir konser mekanına gittik. "İki grup çıkacakmış daha sonra da dj eşliğinde eğlenilecek coşulacakmış" diye öğrendik, çıktık. Gruplar başarlıydı fakat ikincisi bir garipti. Mekana girerken bir afiş gördüm, 4 kız gözlerini kapatan maskelerle siyah kıyafetleriyle poz vermişlerdi. "Anaokulunun şenliği var" dedim kızlar çok küçük görünüyordu çünkü. Daha sonra bu 4 kızın bir müzik grubu olup da saat 23'te sahne alabileceklerini düşünemedim tabii, sahnede tipleri görünce oldukça şaşırdım. Gerçekten çok garip ve kendilerine özgü bir tarzları vardı ama enerjiklerdi, takdir ettim. Yalnız şarkı aralarında bu kadar konuşan çenesi düşük bir grup görmedim ömrüm boyunca. Sürekli Fince bir şey söylüyor biri, sonra öbürü konuşuyor kendi aralarında takılıyor kızlar. Hadi biz anlamadık, seyirci de tepki vermiyor yani. Daha sonra sorduk yerli seyirciye, "valla biz de anlamadık, kendi aralarında takıldılar" dediler. Neyse oradan geç bir vakitte çıkıp durağa yürüyecekken kar yağdığını fark ettim. Çok sinirlendim başta. "Yeter be Nisan'ı ortaladık hala yağıyorsun istemiyorum seni" dedim. Ama dikkatli bakınca o saatte, o kadar güzel bir manzara vardı ki karşımda. Fikrimi değiştirdim, sakinleştim. Son kardı çünkü bu, bir daha Van'da askerlikte görürdüm karı, başka nerde ne zaman göreceğim ki? O gece uyku tutmadı sabah 6 gibi yattım herhalde.

Efendim sonraki gün, arkadaşlarımız civardaki bir göle yürüyüşe gidiyorlarmış. Onlara takıldım. Gerçekten o varoş dediğim Hervanta denilen okulumun da bulunduğu semtte çok tatlı manzaralar varmış. Ördeklere baktm uzaktan, donmuş gölü hayretler içinde izledim, doğayı içime çektim bir hoş oldum. Bugüne kadar neredeydim diye sordum kendime, geç keşfetmiştim güzellikleri. Neyse beraber yenilen güzel bir yemekten sonra Mülazım'ın ısrarı üzerine yine bir partiye katıldık şehir merkezindeki Love Hotel (isim dikkat çekici) denilen mekanda. Haftalar önce bir şapka almıştım dikkatli izleyenler Facebook'taki resimden bilirler :p, sonunda gerekli özgüveni alıp o şapkayla gitmeye karar verdim. Hani ters bir hareket yapsak aha bu şapkalı yaptı diyecekler, riski var sonuçta. Hiçbir terslik olmadı güzel güzel efendi efendi eğlendik evimize döndük sağ salim...

Geldik Cumartesi gününe... Sabah odamda bilgisayar başında takıldıktan sonra, öğleden sonra Yaşar ile birlikte şehir merkezine gittik. Güneş vardı tüm güzelliğiyle, masalar dışarı atılmıştı işte beklediğimiz Tampere gelmişti. Hemen bir bira aldım masaya oturduk ve "Deniz ve vapur da olsa yanı başımda al sana Kordon, bir de mendilci kız tabii" dedim içimden. İnanılmaz mutluydum ya. Sonra eve döndük. Yemekten sonra daha önce ismini duyduğum bir rock bara gideyim dedim. Eşlik edecek kimse yoktu yalnız gittim. "Şöyle bangır bangır müzik dinler kafamı dinlerim (!)" diye düşünmüştüm. Ama canım çok sıkıldı çünkü ortam sohbet muhabbet ortamıydı. Gece otobüsüne muhtaç kalmadan vakitlice döndüm. Tam odama girerken Yunan (Yunanlı değil Yunan, Finli diye de bir şey yok Fin, öyle diyor bazı uzmanlar, peeh kimin umrunda) karşı komşum Ilias "Nasılsın adamım nereden geliyorsun?" dedi. Durumumu anlattım. "Yunanistan'dan arkadaşlarım geldi, İspanyollar da gelecek bize katıl" dedi. "Çok teşekkür ederim abi ama erken yatmalyım" dedim. "Düşün kararını ver ben burdayım" dedi. Ilias çok sevdiğim takdir ettiğim babacan sıcakkanlı bir insan. "Sıla derdine düşünce anlarsın Yunanlıyla kardeş olduğunu" misali. Neyse odaya girdim şöyle bir düşündüm. Doğrudan aldığım
ilk uluslararası davetti bu. Çaldım kapısını "Geliyorum" dedim. "İşte budur adamım, Erasmus bu lütfen yani" dedi. Arkadaşları ile tanıştım içeride. Andres adlı İspanyol arkadaş kendini tanıtırken "I'm Andres, in the mornings dressed, in the evenings undressed" diye bir espri yaptı. Düşündüm, adam sempatikti ve imrendim doğrusu. Neyse beraber çıktık, durakta Mülazım'a, girdiğimiz mekanda da Yunus'a rastladım. "İkili İlişkilerde Neden Kaybedenler Hep Biz Romantik Erkekler?" adlı konferans düzenledik kendi aramızda. Konu hassastı ve tüm gece sürerdi. Nitekim öyle oldu, ortada ne İspanyol ne Yunan kaldı kendi aramızda konuştuk gece boyunca. Ama iyi vakit geçirdim açıkçası. Dönerken otobüste gece tarifesi olarak iki euro vermeyi unutup yürüyünce şöförün "uleaaayyn" diye bağırması biraz korkutsa da, sakin bir Fin insanını bağırtan ilk Türk olarak tarihe geçmenin haklı gururunu da yaşamadım değil.

Gelelim Pazar gününe. Bugün gerçek Paskalya günüydü sanırım. Sürekli sorduk "5 gün tatiliniz var hangisi asıl Easter" diye. Bugünmüş. Mülazım aracılığı ile Polonyalı kardeşlerin düzenlediği Paskalya kahvaltısına katıldım. Kızlar bir zahmet etmişler anlatamam dostlarım. Çok afedersiniz öküz gibi yedik. Boyalı yumurtalardan da tattık. Malesef hala tam olarak anlamış değilim "Paskalya'da yumurtanın mantığı nedir" diye. Ben de isterdim bu blog eğitici öğretici olsun diye ama üzgünüm. Gidin Finlayson'dan bahsettiğim blogu okuyun o eğiticiydi biraz. Neyse şımarmadan konuya döneyim. Karnımızı 4 Polonyalı, 3 Çek, 1 Slovak, 1 İspanyol ve ben hariç 1 Türk'ten oluşan uluslararası masada tıka basa doyururken bilgisayarda çalan Türkçe müzikle şaşkına döndüm. Marta adlı arkadaşımız Türkçe de seviyormuş meğer. Hoşumuza gitti tabii. Açıkçası masada çok mükemmel bir muhabbet dönmedi ama amacım o geleneği tatmak ve öyle bir ortamda bulunmaktı sonuçta. Nitekim güzel bir anı oldu bu da...

Akşam Galatasaray - Fenerbahçe derbisini izledik internetten, Beşiktaşlı olarak tam istediğim gibi berabere bitti. O da ayrı bir mutlu etti. "Beşiktaş ben yurt dışındayken şampiyon olursa, bugüne kadar sorun bendeymiş deyip Türkiye'ye dönmem" gibi bir düşüncem vardı aklımda. İlerleyen günler de göreceğiz bakalım.

Neyse dostlarım biraz dağınık bir blog sundum size kusura bakmayın. Ama geçen haftanın raporu böyleydi. İki gün sonra Almanya'ya gidiyoruz bildiğiniz üzere. Bir süre yazılarıma ara veriyorum. Sonra vakit bulursam anıları paylaşacağım tekrar.

Kendinize çok iyi bakın görüşmek üzere....

7 Nisan 2009 Salı

Hannu, 5. Helsinki Kuşatması ve Suomenlinna Adası

Sevgili okurlarım en son sınavlarıma ara verilmesini kutlarken bırakmıştınız beni. O gece cebim titredi, hayatımda tanıdığım en delikanlı Fin dostum Hannu'dan mesaj aldım. "Haftasonu ne yapıyorsun? Bir şeyler ayarlayabiliriz" gibisinden bir mesaj. Önce size Hannu kardeşi tanıtayım. Okulun ilk günü Yaşar ile yol iz bilmezken, bir hocanın ofisine gitmemiz gerekiyordu "nasıl gideriz, naparız" diye kıvranırken bir gruba sorduk ofisi. İçlerinden 1.60 boylarında, kıvırcık saçlı sevimli bir abi "gelin bakalım, bulalım neresiymiş" dedi. Dolaşmaya başladık. Kendi arkadaşlarına sordu etti. "Kardeş işin gücün var zahmet etme biz sora sora buluruz" dedik. "Ne zahmeti aşkolsun" dedi ve dostlarım adam ofisin kapısına kadar götürdü bizi bıraktı. İsmini sorduk. "Hannu" dedi. Tanıştık, telefonunu aldık ve ilk Fin arkadaşımızı bulmuş olduk. Diğerleriyle barda tanışıcağımızdan habersizdik tabii o zaman :p Şaka bir yana daha sonra çok karşılaştık Hannu ile. Hal hatır sorduğumuzda kısacık boyuyla elini yana açıp "iyilik nolsun" diye tepki vermesi çok şeker ya. Ama adam her şeyden önce vefalı arkadaş. Opeth konserine adam ararken "söz vermeyeyim ama araştrayım konseri, nerdedir, bileti ne kadardır söylerim sana" dedi. Sabah çat mesaj "Opeth şurda, saat şu, fiyat bu gelmeye çalışırım" dedi. Bu kadar ilgiyi benim gibi iyi kalpli(!) bir insan bile göstermez bir yabancıya ya. Sonra görüşelim bir haftasonu dedik. Baya zaman geçti benim aramam lazımken adam aradı "kusura bakma görüşelim dedik ama hastayım bu aralar yatıyorum evde" dedi mahcup etti. Neyse uzun lafın kısası geçen cuma Hannu kardeşimle Tampere ortamlarına aktık. "Gece klübü falan istemem, sesimizi duyalım başıma gidiyor valla bu aralar" dedim. Yaşlanıyordum sanırım. Uzun uzun sohbet ettik. O da zamanında Belçika'da Erasmus öğrencisiymiş. Halimizden o nedenle iyi anlıyor tabii. "Ne var Can halinde?" demeyin bir yerden sonra ev özlenmiyor değil. Ardından makul bir saatte ayrılıp vedalaştık.

Ertesi sabah erken kalkıp Helsinki'ye gitmem gerekiyordu. Orada yaşayan tanıdıklarımız gelecek hafta Paskalya tatilinde Türkiye'ye gidecek olan Yonca Abla ve Murat Abi'ye kışlıklarımı verecektim yerim rahatlasın diye. 40 kg ile Finlandiya'ya gelebilmiş olmam bir mucizeydi ama aynı ağırlıkla dönmem bavul toplamadaki yeteneksizliğim nedeniyle imkansızdı. Yonca Abla ve Murat Abi daha önce Helsinki başlıklı blogumda anlattığım tanıdıklarımız. Daha önce bizi misafir etmişlerdi Lokum adlı kedileriyle ufak bir tartışmamız olmuştu okuyanlar bilir :) Neyse efendim sağolsunlar yine ilgilendiler güzel bir öğlen yemeği yedik. Öğleden sonra çok sevimli oğulları Balıhan'ın arkadaşlarıyla vereceği konsere gidecekleri için erken gittim evlerine. Bu konser olayına dikkat edelim. 12 yaşındaki Balıhan'ın basketbol ve gitarla yakından ilgilenen sosyal bir çocuk olmasını geçtim, verecekleri konserin aslında arkadaşarı ile birlikte yapmayı planladıkları bir kamp için para toplama amacıyla düzenlenmiş olması inanılmaz bir olaydı. Bizde anneden babadan para alınır gidilir, parası olmayan evinde oturur değil mi? Finlandiya'da işte bu güzel imece ruhu en derin anlamıyla hissediliyordu ve çocuklar parayı konser vererek ve ayrıca konser mekanında aileleriyle beraber kurabiye vb şeyler satarak karşılıyorlardı. Gerçekten takdire şayandı. 21 yıllık koca hayatımda böyle birşey yapmadığım gibi Avrupa turum için gerekli parayı değil kurabiye, korsan CD bile satsam karşılayamacağımı bildiğimden en iyi bildiğim şeyi yaptım ve iç geçirdim. (Ayrıca yazarken fark ettim keşke ben de konsere gitseymişim takdir ediyorsun bari etkinliğe katıl, katkın olsun be adam. Valla aklıma gelmedi ya)

Neyse efendim akşam görüşmek üzere onlardan ayrıldım ve şehir merkezine geldim. Yalnızdım ve Helsinki'de yine güneş yoktu. Karlar erimişti ama bu sefer yağmur sahnedeydi. Yalnızlık ve yağmur çok etkileyici bir ikiliydi. Tramvayın istikametini doğru tahmin edemeyince 5 dakikalık mesafedeki limana (yürüyerek 10 dakika) bir saate yakın bir sürede vardım . Sağ elimle sol kulağım tutmuş gibi oldum başka bir deyişle. Neyse limana gelmemin sebebi bir gün önce Hannu'nun bahsettiği Suomenlinna adasına giden vapura binmek içindi. Hannu askerliği de orada yapmış. Burada öğretime ara verip askerliği yapıyorlar. Bizim gibi master, doktora derken 35 yaşında gitmiyorlar yani. Ayrıca kamu hizmeti gibi bir alternatif de var askerliği tercih etmezsen. Vapurda şık giyimli subaylar da vardı, lojmanlara gidiyorlardı heralde ne bileyim. Derken 10 dakikada vardık adaya. Yağmur çiseliyordu, ada boştu ve yalnızdım. Tam kliplikti ya. Bu yalnızlık olayını çok vurguladım Facebook'ta fotoların altına yazdım farkındayım ama ne bileyim 5 saatliğine de olsa garip bir duyguydu bilmediğin yerlerde dolaşmak o şekilde. Burada 2 hafta yalnız başına 3 ülke gezen arkadaşlarım var tabii benimki onların yanında komik kalıyor. Şeker şeker fotolar çektim. Çok tatlı bir havası vardı adanın. Köprülerle bağlanmış adacıklardı aslında. Karnım acıktığı ve akşam dostlarımızla tekrar buluşacağımız için ilk vapurla geri döndüm merkeze. Havalar biraz daha düzelince yine geleceğim Suomenlinna'ya. Merkezde dolanıp buluşacağımız kafeye doğru giderken şunu fark ettim ki Helsinki'ye kanım kaynıyordu gittikçe. İlk gittiğimde bomboş istasyonda buz gibi havada tren beklerken vakit geçirmek için güvercinlerle konuştuğum Helsinki nerde, şimdiki nerde...

Akşam Yonca Abla ve Murat Abi ile tekrar buluştuk. Onları beklerken yan masama kızlı erkekli bir grup oturdu azıcık lafladık. Tampere'de öğrenciyim deyince koptu masa. Birisi bizim okulda öğretim görevlisiymiş meğerse baya matrak bir muhabbet oldu. Adam "Ofiste çayımı iç bir ara" dedi, ben de "sınavlar bitince ofisleri teker teker dolaşmak zorunda kalacağım zaten siz beni tanıyacak mısınız ki hem gelsem" dedim, "bakalım göreceğiz" falan dedi. Öyle komiklikler şakalar derken, Yonca Ablalar geldi ve onların arkadaşlarının klezmer diye adlandırdıkları Doğu Avrupa'daki yahudilerin geliştirdikleri müziği icra eden grubunun canlı performanslarını izledik. Yonca Abla ve Murat Abi'nin zaten "Nefes" adında Geleneksel Türk Müziği yapan bir grupları var. Kendileri hem akademisyenler hem müzisyenler, çok hoş gerçekten. Bu etkinliğin ayrı bir özelliği zaman zaman doğaçlama takılmaları ve dileyen konukların da kendi enstürmanalrı ile gruba katılması, "jam session" dedikleri bir olay. Hal böyle olunca Murat Abi darbukasını çıkardı, bir süre sonra Yonca Abla kaşıklarıyla katıldı. İnanılmaz güzel bir ortam oldu.

Sonra benim gitme vaktim geldi, vedalaşıp ayrıldık ve trenime binip gece 12 de yorgun argın Tampere'ye vardım. Üstüne arkadaşlarıma katılır, ortama akarız diye düşünmüştüm ama halim yoktu, doğru odama geldim.

İşte böyle dostlarım burada karlar eriyor ama güneş kendini göstermekte direniyor ve yağmurla beraber yaşıyoruz. Ama görünen o ki o hiçbir yere benzetemediğim "ne biçim yer be yav" dediğim mahallem Lukonmaki baharda çok tatlı olacak gibi. Atlet, çizgili pijama mangalımızı yapıcaz ormanlarda inşallah.

Saat geç olmuş yatayım artık. Kendinize çok iyi bakın bir sonraki yazıda görüşmek üzere....

3 Nisan 2009 Cuma

Kısa Süreli Özgürlük ve Gezi Planlarına Dönüş

Yoğun sınav dönemim bitti ve dünkü sınavın sona ermesiyle beraber hayata geri döndüm. En son yazdığım blogda bölüm canavarı olarak nitelendirdiğim baba dersin korka korka girdiğimiz sınavında elimizden geleni yaptık ve sonucu beklemeye başladık. Beklediğim kadar korkunç derecede zor değildi bu nedenle "keşke kendime biraz güvenseymişim" diye ufak bir pişmanlık yaşamadım değil. Ama futbol tabiriyle "biz bu takımı İstanbul'da yeneriz" deyip Mayıs'taki sınavı bekliyoruz dostlarım.

Derslerden bahsedip sizi çok boğdum ama son iki haftam buradaki saçma derslerle uğraşmakla geçti. Geçen haftasonunu çalışmaya ayırmışken "ESN train" organizasyonundan gelen maille sarsıldım. Taa bir ay önceden ayarlayıp siz okuyucularıma bu aralar haber verip şaşırtmayı planladığım harika bir gezi planının yattığını belirten bir maildi bu. ESN train bir ay boyunca Avrupa'da turlayıp çeşitli şehirlerde durup yüzlerce Erasmus öğrencisinin kaynaşıp coşacağı bir tren organizasyonu idi. Biz bu treni 12 Nisan'da Stockholm'de yakalayıp, Norveç'e geçip, Danimarka'da takılıp, 16 Nisan'da Bremen'de inmeyi planlıyoduk. 16 Nisan perşembe gününe geliyordu ve bizim salıya kadar dersimiz olmadığı için biraz Almanya'da turlayıp öyle eve döneriz diye düşünmüş, 20 Nisan'da Tampere'ye dönüş biletini almıştık. Plana iki hafta kala böyle bir mail gelince ders çalışmaktan daralmış kafam iyice allak bullak oldu. Hem dönüş biletimi yakmak istemediğimden hem de kendimi o tarihlerde gezmeye şartladğımdan ötürü arkadaşlarla oturup hemen bir plan yapmaya karar verdik. Uzun süren tartışmalardan sonra, 14 Nisan'da Bremen'e gidip, Frankfurt,Prag,Berlin,Hamburg (Galatasaraylı arkadaşlara takılıyordum "forma alayım mı size" diye baya kzımışlardı, şaka oysa ) gibi şehirleri görüp, 20 Nisan'da Tampere'ye dönmeye karar verdik. Daha öncesinde Bremen-Amsterdam-Paris-Zürih-Münih-Prag-Berlin-Hamburg-Bremen gibi acaip gaza gelip 9 güne sığdırmayı düşündüğüm 3000km lik bir fantezimi paylaşmıştım arkadaşlarla. Olmazmış hakkaten düşününce....

Kaç gündür uyandığımda ilk düşündüğüm sınavlar bitince nereye gideceğim, nasıl bir gezi planı yapayım gibi şeylerdi. Otur sınavını düşün değil mi? Ama biletler pahallı olmasın diye şimdiden uğraşmak lazım. Şu an elimde 9-16 Haziran arasında Bremen'den Barselona'ya gidiş dönüş biletim var mesela. Önünü ve arkasını doldurup hoş bir Avrupa planı neden yapılmasın ki? Mesela 9 Haziran'a kadar Stockholm - Paris - Amsterdam(rövanş) gibi bir rota çizip Bremen-Barselona, 16 Haziran'da Barselona'dan Bremen'e dönerim diye düşünüyorum. İşte 16'sından sonrası meçhul dostlarım. Tampere'ye dönüp odanın kirasını vermek istemediğimden ötürü turuma İtalya ve Doğu Avrupa'yı katıp koca bavulumu Finlandiya'dan alıp güzel İzmir'e dönmek bir alternatif ya da 16'sında Tampere'ye dönüp bavulumu alıp İzmir'e dönüp, eşi dostu alıp kalan Avrupa'yı onlarla gezmek de bir seçenek. Kıbrıs'taki kardeşlerle bir interrail planı olduğundan ötürü böyle bir çıkmazdayım işte. Yazarken benim kafam karıştı okuyunca siz bir şey anlar mısınız bilmiyorum. "O zaman niye yazıyorsun?" demeyin özledim sizi bırakın konuşayım azıcık.

Geçen haftasonu İspanya-Türkiye maçını 10 Türk ve 2 İspanyol birlikte izledik. Artık sayıları az diye mi bilmem efendi efendi oturdu izledi çocuklar. Biz daha çok bağırdık çağırdık sonunda da yenildik biliyorsunuz. Tebrik ettim kendilerini odama doğru yola çıktım. O gece de bizim yurtta, benim katımda komşu bir parti düzenlemişti. Facebook'ta gelen davete baktığımda sağlam bir katılım olacağı aşikardı. Maç boyu "ulan odamı kitledim mi acaba, ya bunlar içip sapıtır benim yatağı dağıtırlarsa" diye paranoyak düşüncelere kaptırdım kendimi. Odamı kitlememiştim ama asayiş yerindeydi. Erken yatmam gereken bir cumartesi gecesiydi ve parti tam zamanını bulmuştu. Dibimde parti düzenlenmiş kırk yılda bir deyip o saate kadar anca 10-15 kişi kalmış olan gruba katıldım. Çoğu kişi merkeze gitmişti çünkü. Alkolün etkisiyle yerde yatıp "öö vööö" diye sayıklayan Fransız oda arkadaşım Pierre'i yatağına götürüp uyuttuktan sonra diğer kafası güzel insanlarla muabbete devam ettim. Erken yatmam gerekiyor demiştim saat 3'tü. Bana müsade deyip odama geldim, saatler 1 saat ileri alınıyormuş al sana 4 :) "Lanet olsun" diyerek dımtıs dımtıs sesleriyle uykuya daldım.

Dün gece sınavlarıma verilen aranın şerefine güzel bir kutlama yaptım. Akşam Lucille adındaki Fransız kardeşin doğum günü partisine katıldık sonra merkeze gidip takıldık. Barselona gezime çok değer verdiğim bir insanın gelemeyeceğini öğrenmek biraz içimi burksa da bu haberi alkollü almak gerçekten iyi oldu, sınav öncesi alsam ağlardım herhalde. Bu sabah uzun bir aradan sonra saati kurmadan kalkmayı planlıyordum. 5'te yatıp sabah 10'da gözü açmak çok sinir bozucuymuş bunu öğrendim.

İşte geçen haftanın olayları bu şekildeydi. 14 Nisan'a kadar işimize gücümüze bakıp ver elini Almanya diyeceğiz. Sonra 23 Nisan'da bir daha Hollanda'ya gideceğim. Hem çok ucuza bilet buldum hem de Gröningen'i özledim, çok güzel bir yer :))) Anne, baba (blogu okuyorlar)gerçekten ders çalışıyorum merak etmeyin, sizi seviyorum...

Kendinize çok iyi bakın dostlarım görüşmek üzere....