16 Mart 2009 Pazartesi

Hollanda Bölüm 3 (Den Haag, Rotterdam, Utrecht)

Tahmin ettiğimden daha uzun bir aradan sonra yeniden beraberiz. Hollanda gezisini bölümlere ayırma işini sanırım biraz abarttım çünkü yavaş yavaş ne anlatacağımı unutmaya başlıyorum. Neyse efendim hatırladıklarımızla devam edelim.

Den Haag'a gelmiştik en son. Daha önce bu kentin adını duyduğumdan bile emin değilim. Çoğu kaynakta zaten Lahey diye geçiyor. The Hague ise kentin adının İnglizce versiyonu. Amma da karışık yahu. Hollanda'nın başkenti neresi diye sorulduğunda öyle Amsterdam diye atlamak istemem. Malum çoğu yabancı da İstanbul'u başkentimiz olarak bilir. Ama Amsterdam Hollanda'nın başkenti o ayrı :) Den Haag ise Hollanda hükümetinin merkezi. Bu yüzden kafalar karışıyor birazcık. Amsterdam'daki park yeri krizi burda yaşanmadı. Sonunda arabayı kiraladığımız şirketin şubesinin önünde ücretsiz bir yer bulduk ve oraya park ettik. Tabii iner inmez ofise koşup tuvalete daldım (bir önceki bölümde yazar Amsterdam'da tuvalet krizi yaşamıştı). Herkes kendine geldikten sonra şehrin merkezine doğru sağlam bir yol yürüdük. Başta "Bu nasıl yer?" dedim. Bana hiçbir özelliği yokmuş gibi geldi. Ancak içerilere sokulunca küçük ve şirin Hollanda sokaklarını gördüm ve erken konuşmamam gerektiğini bir kez daha hatırladım. Zaten arabayı ücretsiz park etmiştik, tuvaleti de halletmiştim yani bu kentin kendi sevdirebilmesi için fazladan çaba göstermesine gerek yoktu açıkçası. Pazar sabahın dokuzu olduğundan caddeler haliyle boştu. Ama o sakinlik insanı iyi hissettiriyordu açıkçası. Kahvaltı için simit sarayı tadında bir yere oturduk. Daha sonra sokaklarda biraz daha cirit attık, güneş kendini göstermeye başlamıştı çok şeker yemyeşil bir parkta durduk fotolar çekildik (herkes görecek en kısa zamanda tepki göstermeyelim). Planımız burada fazla oyalanmadan Rotterdam'a geçmekti. Nitekim sakin sakin yürüyerek arabamıza bindik ve üçüncü şehrimizi görmek üzere yola çıktık tekrar.

Şimdi yüzölçüm bazında Hollanda minik bir ülke sonuçta. Bu nedenle bir günde üç şehir rahatlıkla görülebilir. Gerçekten alışık olmadığımız bir durum (Kuzey Kıbrıs'ı katmıyorum, büyük şehirlerden bahsediyorum yoksa Amsterdam=Girne, Rotterdam=Magosa hoş oldu mu sizce?). Neyse efendim yalan olmasın yarım saatte -belki daha az- Rotterdam'a girdik. Güneş hala bizi terketmemişti baya şaşırmıştım bu duruma. Rotterdam'a girince "İşte metropol işte bööğğüüük şeeer!" dedim. Kocaman kocaman modern binalar, geniş mi geniş caddeler. O eski, doğal, sakin Hollanda gitmiş, "Kapitalist Dünya"nın en baba temsilcisi gelmişti bir anda (yürü be :p ). Tabii ilk halletmemiz gereken güzel arabamızın park yeri sorunuydu. Yine fellik fellik aradık neresi uygun olur diye. Liman'a mı yakın olsun, kalacağımız yere mi (arabada yatmamalıydık artık tadında her şey) yakın olsun diye düşüne düşüne aranırken pazar günleri ücretsiz olan bir yer bulduk ve hemen yanaştık. Yine şehrin çarşısına uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra yemek yiyeceğimiz bir yer aradık (sürekli yemek yiyorsunuz demeyin park yeri bulma aşaması gerçekten uzun bir süre). Çarşıya geldiğimizde hayatımda bu kadar uluslararası bir toplum profili görmediğimi fark ettim. Her ırktan her türden insan vardı. Kulağımıza sıklıkla Türkçe konuşmalar da geliyordu ama heyecan yapmıyorduk artık alışmıştık. Yemeğimizi yedikten sonra ağır ağır "Tourism Information" ofisine doğru yürüyerek hostel adresi alalım dedik. Keşke o kadar ağır olmasaydık ofis saatlerini kaçırmıştık. Kısa süreli "tüh tüh" yakınmalarından sonra hemen dibimizdeki kocaman Hilton Oteli'ni gördük ve adamlara hostel soralım dedik. Harika birşeydi bence, baya orjinal bir hareketti yani düşünüyorum da. Nasıl olacak diye merak ederken Ece ve Fulya ellerinde hostelin adresi çıktılar dışarı. Koşar adımlarla arabamızı bulup hostelin bulunduğu yere doğru gittik. Arabayı yine ne tatlıdır ki ücretsiz bir yere bırakıp uzun bir süre hostelimizi aradık. Hosteli bulup odaya yerleştiğimizde oldukça yorgun düştüğümü fark ettim. İki gündür öksürüyordum ve artık doruk noktasındaydı. Hemen yataklara uzanıp biraz kestirelim dedik. Benim için bu pek mümkün değildi öksürmekten uyuyamıyordum ama yatağı özlemiştim ne yalan söyleyeyim.

Kalkma vakti geldiğinde odadan çıkıp katta tuvalet aramaya koyuldum. Bulduğum ilk tuvalete daldım. Ardından kız sesleri duyulmaya başladı. "Hostel bu sonuçta kız erkek karışık tuvalette öyledir muhakkak" düşüncesiyle gayet rahat ve soğukkanlı bir şekilde en sağdaki lavobaya geldim. Diğer iki lavobada iki kız gece için makyajlarını yapıyordu. Onlar da gayet rahattı birşey demediler. İçeri kızdan başka cinsiyet girmeyince hem sempatiklik hem garanti olması maksadıyla "tepki vermediğinize göre yanlış yerde değilim heralde, ortak burası dimi" diye sordum. "Erkekler tuvaleti üst katta" dedi kız. "Anaamm! Çok özür çok pardon" dedim tabii hemen. "Yok sorun değil" dediler. "İyi" deyip elimi yıkamaya dişimi fırçalamaya devam ettim yüzsüz gibi. Artık diğer kızlar için yer kalmayınca "ben yerime gitmeliyim galiba" diyerek terk ettim. Yeni gelen kız hala "sorun değil sorun değil" diye bağrıyordu arkamdan. Çıkarken de içeri girerken nasıl olduysa göremediğim duvardaki kocaman "kızlar" yazısını acı bir şekilde farkettim. Bazen soğukkanlı olacağım diye fazla abartıyorum, daha da saçmalıyorum galiba. Yani bir saat kızlar tuvaletinde kalmamın bir anlamı yokmuş şimdi düşününce.

Neyse efendim akşam oldu. Benim öksürük, boğaz da iyice sapıttı. İnsanlar da endişelendi tabii. "Can iyi misin?" diye sordular ilgilendiler sağolsunlar. Özellikle Fulya üzüldü baya. "Çocuk sapasağlam geldi hasta oldu" diye düşündü sanırım. Oysa çok da sağlam gelmemiştim. Neyse sağolsun arkadaşlarım başta benim rahatsızlığımdan ötürü ve çoğumuzun da ihtiyacı olduğunu düşünerek sıcak bir çorba içmeye karar verdiler. Çıktık Rotterdam'daki Türk mahallesindeki güzel bir lokantada haftalardır özlemini çektiğimiz mercimek çorbasını içtik canınızı çektirmek gibi olmasın :) . Rotterdam'da hatrı sayılır bir Türk nüfus olduğunu da gözlemledik bu arada.

Akşam Fulya'nın gözetiminde aldığım ilaçların da etkisinden olacak güzel bir uyku çektim. Sabah daha iyiydim. Hostelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra arabanın park süresi dolmadan (pazartesi olmuştu çünkü) atladık arabımıza ve Kinderdijk adlı tatlı bir kasabaya gittik. Sakin şeker Hollanda geri gelmişti ve bu sefer yel değirmenleri de vardı! Sert rüzgara rağmen diplerine kadar gidemesek de yel değirmenlerini izledik bir süre. Gayet hoş bir yerdi. Az kaldık orada ama gerçekten şirin bir yerdi. Sonra meşhur Rotterdam Liman'ındaki bot turuna yetişmek için şehir merkezine geri döndük. Park yeri meselesi devam ediyordu çünkü cihazlara bozuk para ile değil çipli kart ile ödeme yapılıyordu bu sefer. Karta para yüklerken geçen zaman içinde turun ilk seansını kaçırdık. Diğer seansı beklerken de çarşıda takılalım dedik. Vakit geldiğinde lanet olası park sorunu yine karşımıza çıkmıştı. Bu sefer paramız vardı, kartımız vardı ama park edecek yer yoktu. Aman bir telaş bir telaş. Sonunda fındık kadar bir yere park etti kaptanımız Buğra. Sonra depar attık biletleri aldık ve limandaki bot turuna katıldık. Avrupa'nın en önemli ve en büyük limanı olunca "vay vay" diyerek izledim bir süre etrafı. Ama bir yerden sonra sıkıldım neden bilmiyorum. Fulya ve Buğra ile sohbete daldım. Düşününce iyi para verdik tura ama en azından meşhur limanı görmüş olduk, her ne kadar bunun da hakkını veremesem de.

Daha önce bulunmamama rağmen New York'u andıran bu büyük şehirden ayrılmanın zamanı gelmişti. Son durak Utrecht'ti. "Bakın orası da güzel" demişlerdi bana gelmeden önce. Kısacık bir yolculuktan sonra Utrecht'e vardık. Beklenildiği gibi daha minikti. Amsterdam'da bıraktığımız kanallar geri gelmişti sayıları az da olsa. Den Haag'ın da sakinliğini almış sanki. "Amsterdam ile Den Haag'ın çocuğu olsa Utrecht olurmuş" diye garip belki hoş olmayan ama durumu tam olarak izah eden bir yorumda bulundum kendi kendime. Şu bir gerçek ki Hollanda'nın tadına Utrecht denilen bu şehirde vardım. Yel değirmenlerine daha yakındık ve kanalların üstündeki köprülere yığılmış bisikletler dar sokaklar, eski binalar gerçekten güzel bir hava yaratmıştı. Ama en güzeli bu şehrin "Kemal Atatürk" adında bir caddeye sahip olmasıydı. Ayrıca mutlu olduk tabii bu güzelliği görünce.

Çok geç olmadan evimize (benim de evim oldu hemen :p) Gröningen'e geri döndük. Yol boyu sızmamak için çabaladım. Hepimiz çok yorgunduk. Yurda vardığımızda fırladım indim arabadan. "Nereye yahu hesaplaşıcaz para falan" dediler. Döndüm hesaplaştık. Son derece ekonomik olmuştu gezi. Hostel biraz daha ucuz olsa bir de McDonalds'ta mayonez istemesem çok daha ucuz olurmuş. İçimiz dışımız fast food oldu hiç sevmiyorum bu durumu.

Neyse efendim kazasız belasız hoş bir gezinin ardından sağlam bir uykuyu haketmiştik. Bıcı bıcıdan sonra bebekler gibi uyudum doğal olarak. Özetle Hollanda turum bu kadardı. Bir sonraki yazıda Hollanda'daki son günüm ve bu gezinin bana kazandırdıkları hakkında kısa birşeylerden bahsedeceğim :) Son bölüm olacak söz veriyorum. (Yapımcıyla 4 bölüm olarak anlaştık kardeşim ben napiim)

Kendinize iyi bakın dostlarım bir sonraki yazıda görüşmek üzere....

1 yorum:

  1. alla alla gece gezmiyo musunuz olm? tam heyecanla okuyoruz hah diyoruz akşam oldu diskoler barlar beklerken; haydiiii yatılıyor. olmaz.

    YanıtlaSil